30 Mart 2010 Salı

AKP Hukuk niye sevmiyor - Yılmaz OZDIL

Hukuku niye sevmiyorlar?


“Mayınlı araziyi el âleme verelim” yasası çıkardılar, Anayasa Mahkemesi iptal etti. “YÖK kadrolarına kimi istersek, onu alırız” yönetmeliği çıkardılar, Anayasa Mahkemesi iptal etti.
“Maaşlı çalışanlar kümesteki yolunacak kazdır, bunların gelir vergisini artıralım” dediler, Anayasa Mahkemesi iptal etti. “Orman arazileri boş boş duruyor, oralara otel kurulsun” kararı aldılar, Anayasa Mahkemesi iptal etti. “Türkler kerizdir, tahvil gelirlerine yüzde 10 stopaj ödesin, yabancılar canımız ciğerimizdir, hiç ödemesin” uygulaması başlattılar, Anayasa Mahkemesi iptal etti. “Askeri yargıyı boşver, tanımayız” düzenlemesi yaptılar, Anayasa Mahkemesi iptal etti. “Memur ölene kadar çalışsın, çok istiyorsa, öldükten sonra emekli olsun” yasası çıkardılar, Anayasa Mahkemesi iptal etti. “Yabancı gelsin, canı ne kadar çekiyorsa o kadar toprak alsın” yasası çıkardılar, Anayasa Mahkemesi iptal etti. “Herkesin telefonu dinlensin, bu işin denetlemesini, Başbakan kimi görevlendirirse o yapsın” hükmüne vardılar, Anayasa Mahkemesi iptal etti. “Memur kessin sesini, topluca şikâyet başvurusu yapmaya kalkarlarsa maaşları kesilsin” yasası çıkardılar, Anayasa Mahkemesi iptal etti. “Milli park hikâyedir, çevre raporuna filan gerek yok, nerede altın varsa, orayı siyanürlesinler” yasası çıkardılar, Anayasa Mahkemesi iptal etti. “Çiftçilik belgesi olmuş olmamış hiç önemli değil, ben kafama göre, kime istiyorsam ona tarımsal destek vereyim” dediler, Anayasa Mahkemesi iptal etti. “Erkek yapıyorsa çapkınlıktır, kadın yapıyorsa
zinadır” yasası çıkardılar, Anayasa Mahkemesi iptal etti.

*

“Ahali uyanmadan GDO sokuşturalım” yönetmeliği çıkardılar, Danıştay durdurdu. “Kanun benim... İstediğim hâkimin, savcının telefonunu dinlerim” yönetmeliği çıkardılar, Danıştay durdurdu. “Devlete ait arazileri canım kime istiyorsa ona tahsis ederim” dediler, Danıştay durdurdu. “Enflasyon oranı filan beni ırgalamaz, belediye otobüsüne yüzde 30, yüzde 50, istediğim kadar zam yaparım” kararı aldılar, Danıştay durdurdu. “Sınava gerek yoktur, liyakate ben karar veririm, kimi istiyorsam onu milli eğitim müdürü yaparım” dediler, Danıştay durdurdu. “İşime gelmeyen, biat etmeyen eczacının sözleşmesini feshederim” hükmüne vardılar, Danıştay durdurdu. “Elde avuçta ne varsa sattık zaten, Seydişehir Alüminyum’u da satalım” kararı aldılar, Danıştay durdurdu. “Doktorlar ukalalık yapmasın, alayını taşeron yapalım, mal gibi kiralayalım” dediler, Danıştay durdurdu. “Maç başladıktan sonra kuralı değiştirelim, imam hatipler bu seneki sınava farklı katsayıyla girsin” kararı aldılar, Danıştay durdurdu. “Tekel’i şakır şakır yabancıya sattık, bu işçileri ya kapının önüne koyalım ya da köle gibi çalışsınlar” hükmüne vardılar, Danıştay durdurdu. “Şeker fabrikalarını da Tekel gibi yabancıya satalım, nasıl olsa işçilerini 4C yaparız” dediler, Danıştay durdurdu. “Öyle her yerde içki içilmesin, sarhoş bunlar, karantina bölgeleri yapalım, vebalı gibi orada içsinler” kararı aldılar, Danıştay durdurdu. “Özürlülerin ne kadar özürlü olduklarını nüfus cüzdanlarına yazalım, kimliğini gösterdiğinde bilelim ne kadar özürlü olduğunu” yönetmeliği çıkardılar, Danıştay durdurdu. “İlköğretim çocuklarına okutmak için, içinde Atatürk’ün olmadığı Türkçe kitabı” yaptılar, Danıştay durdurdu.

*

Örnek çok.

*

E niye sevsinler ki hukuku?

19 Mart 2010 Cuma

Turkiye'de neler oluyor - SUAT NARIN

Psikolojik Savaş'tan eylemli çökerme aşamasına geçiş:

Böylece Amerika, Türk Ordusu'na karşı Endonezya modelini uygulamaya
koydu. Bu uygulama ile, Türk Ordusu'na yapılan operasyon "psikolojik savaş"
aşamasından "eylemli çökertme" aşamasına geçmiştir.

"Suikast" soruşturmasına dayanak yapılan ihbar numarasının 1230606
oluşu, ihbarın Amerika'dan yapıldığını gösteriyor.

Endonezya modeli nedir?

Geçmiş senelerde Amerika "komünizmle mücadele" bahanesi ile
Endonezya Özel Kuvvetleri'ne çeşitli kirli operasyonlar yaptırmıştı.
Amerika, yeterli delil biriktirdikten sonra, bu operasyonları bire bin
katarak Endonezya'daki Amerikancı basın vasıtasıyla piyasaya sürdü.
Endonezya Ordusunun direnci kırıldı.

Peki Amerika'nın amacı neydi?

Endonezya'nın da bir bölücülük sorunu vardı. Doğu Timor'daki
bölücüler, Endonezya'dan ayrılmak istiyorlardı. Amerika da gayet tabii Doğu
Timor bölücülerini destekliyordu.

Aynen bizde PKK'yı desteklediği gibi...

Endonezya Ordusu'nun bölücülerle mücadele azmini kırmak için,
itibarını sıfıra indirmek gerekiyordu.

Gerçekten de, itibarı sıfırlanmış olan ordu, bölücü eylemlere
müdahale edemedi. Nitekim, 2000 yılında Doğu Timor, bağımsızlığını ilan
etti.

Türkiye'de nasıl uygulanacak?

Şimdi aynı plan Türkiye'de uygulanmak isteniyor:

Ordumuzun itibarı sıfırlanacak, Doğu'da ilerde meydana gelecek olan
bir isyana müdahale edemeyecek ve bölge "Kürdistan" adıyla Türkiye'den
ayrılacak.

Belki de, hakim kozmik odalarda "Doğu'daki muhtemel ayaklanmaya
karşı ordunun ne gibi önlemler alacağı"na ait bilgilere ulaşmak istiyor?

Bu bilgiler ABD ve PKK'ya ulaştırılacak. Ona göre hareket edecekler.


Özel Kuvvetler Komutanlığı (ÖKK) kısa tarihi

İlk kurulduğu zaman adı "Seferberlik Tetkik Kurulu" (STK) idi.
Türkiye'nin 1951'de NATO'ya girmesinin bir sonucu olarak 1952 yılında ordu
bünyesinde kuruldu. NATO'ya giren tüm ülkelerde benzer örgütler kurulmuştu.

Bu örgütler sayesinde ABD, üye ülkeleri NATO aracılığıyla denetim
altında tutacaktı.

Giderlerini ABD'nin karşıladığı bu örgütler, NATO'nun gizli örgütü
olan Süper-NATO'nun, yani Gladyo'nun denetimi altında idiler.

Türkiye'deki örgütün çekirdek kadrosunu Kore'den dönen ve Gayri
Nizami Harp stratejisini öğrenmiş olan subaylar oluşturdu.

Kurulun gizli görevi, Türkiye'de Amerika karşıtı bir rejim
değişikliğini engellemekti. Aynen diğer NATO ülkelerinde olduğu gibi. Ama
STK'nın görünürdeki amacının "Sovyet istilasına uğrayan bölgelerde direnişi
örgütlemek" olduğu söyleniyordu...

Plana göre, yurt çapında çeşitli yerlere silah gömülecek, istila
anında önceden belirlenmiş kişiler bu silahları çıkararak direniş
başlatacaklardı. Bunun için, topluma sürekli "Sovyet tehdidi" propagandası
yapılıyordu.

CIA ve Adnan Menderes hükümeti arasında imzalanan 1959 tarihli bir
anlaşmada, "Gizli Ordu"nun "rejime karşı iç ayaklanma durumunda" harekete
geçirileceği belirtiliyordu.

Seferberlik Tetkik Kurulu'nun ismi 1965 yılında Özel Harp Dairesi
(ÖHD) oldu. Daire, ABD'nin kontrolünde uzun yıllar Kontrgerilla (Gladyo)
olarak hizmet verdi.

Daire'nin resmi varlığı, 1974 yılında Genelkurmay Başkanı Semih
Sancar'ın Başbakan Ecevit'ten "acil bir ihtiyaç için" para istemesiyle
ortaya çıktı. Ancak yapının varlığı 12 Mart'ta işkence gören solcularca
zaten öğrenilmişti!

Özel Harp Dairesi ve Kontrgerilla varlığını 12 Eylül öncesi ve
sonrasında da tüm ağırlığıyla sürdürdü.

Bu süre içinde faili meçhul cinayetler, 1 Mayıs 1977, Maraş, Çorum
türünden provokasyon ve katliamlar, Kültür Sarayı sabotajı, Sirkeci,
Yeşilköy bombalamaları, Ecevit'e suikast girişimi, devrimcileri işkenceli
sorgulamalardan geçirmeler; yurtsever aydınların suikastlerle öldürülmeleri
hep bu örgüt tarafından gerçekleştirildi.

Çünkü TSK, böyle yapmakla Sovyetlere karşı Türkiye'nin
bağımsızlığını savunduğuna ve ABD'nin stratejik müttefikimiz olduğuna
inandırılmıştı...

Beyinleri yıkanan TSK mensuplarının gözü nasıl açıldı

NATO eğitimlerinden geçen Türk subaylarının beyni yıkanmıştı.. Onlar
ABD'nin her dediğinin çıkarlarımıza uygun olduğu konusunda
şartlandırılmışlardı.

Ancak 1980'lerin sonuna doğru TSK içinde, ABD'nin stratejik
hedefleri konusunda fikir değişiklikleri oluşmaya başladı.

1986 yılında ABD, şimdilerde uygulatmaya çalıştığı "Türkiye
himayesinden Kürdistan Planı"nı Evren ve Özal'ın oluruyla Türk Ordusu'na da
dayatmıştı.

Plan, Genelkurmay Başkanı Org. Nejdet Üruğ'un sert direnciyle
karşılaştı ve engellendi. Daha sonra, ABD emrinde Kuzey Irak'a girme planına
karşı çıkan Org. Torumtay istifa etti, plan suya düştü.

Komutanlar, Amerika'nın Türkiye'yi bölmeyi amaçlayan planlar
yaptığını ve bu planları Türk ordusu eliyle uygulamaya koymak istediğini
anladılar.

ÖKK, Gladyo'nun sultasından çıkarıldı

İşte bu süreçte, 1990 yılında Org. Doğan Güreş döneminde Özel Harp
Dairesi, Özel Kuvvetler Komutanlığı'na (ÖKK) dönüştürüldü, 1992'de de
personeli yeniden yapılandırıldı. Bu sadece bir isim değişikliği değil, ABD
ilişkilerinin sorgulandığı sürecin de somut bir sonucuydu. Öyle ki; Özel
Kuvvetler Komutanlığı ile Daire ABD ve Gladyo'nun sultasından çıkarıldı!

ABD görevlileri Org. Karadayı döneminde ÖKK binasından çıkarıldılar.


NATO ve ABD ilişkileriyle, ABD parasıyla, ABD eğitimiyle milletine
karşı oluşturulmuş olan bir yapı, artık Milli Kuvvet haline dönüştürülmüştü.


ABD, artık TSK'yı hedef aldı

Bundan dolayı ÖKK, ABD'nin hedefi haline geldi!

Özel Kuvvetler Komutanlığı, Türk Ordusu'nun Kuzey Irak cephesindeki
gücü olarak ABD ile karşı karşıya geldi ve ABD tehdidine karşı uyanışın
Ordu'daki öncüsü oldu. 1994 yılı Ağustos ayında Org. İsmail Hakkı Karadayı,
Genelkurmay Başkanı oldu. 1995 Mart'ında da Türk Ordusu, Kuzey Irak'a girdi.
Türk birlikleri, Çelik Harekâtı'yla ABD'nin egemenlik alanına müdahale
etmişti. Çünkü o bölge ABD ordusunun işgali altındaydı.

İşte ip burada koptu.

Türk Ordusu üzerindeki denetimi elinden kaçırdığını anlayan ABD ateş
püskürmeye başladı.

Amerikan ordu dergilerinde "Türk Generalleri hizadan çıktı"
cinsinden haber yorumlar yayımlandı.

ABD, Muavenet gemimizi topa tuttu, askerlerimizi şehit etti. Temmuz
2003'de Kuzey Irak'ta Süleymaniye'de Özel Kuvvetler birliğimizin başına
"Kürt liderlere suikast yapacaklardı" bahanesi ile çuval geçirdi.

Ahmet Akgül isimli Milli Görüşçü yazara göre, Türk subaylarının
başına çuval geçirilmesinden sonra Genelkurmay Başkanı ve Kuvvet
Komutanları'nın istifa edeceği hesaplanıyordu. Ancak asker olaya çok
öfkelenip yönetime el koymaya kalksaydı Amerika Erdoğan ve Gül'ü
kaçıracaktı.

ABD Ordusu, TSK'ya resmen savaş ilan etti

ABD ordusu Nevada Çölü'nde "Binyılın Meydan Okuması" adı altında
Türkiye'yi işgal tatbikatı yaptı.

Bu tatbikat, ABD tarihinde o güne kadar görülen en kapsamlı ve en
uzun süren tatbikat idi.

ABD'nin PKK'ya yardımını belgeleyen Org. Eşref Bitlis, uçağı
düşürülerek şehit edildi. Malatya'da ÖKK birliğini taşıyan uçağımız
düşürüldü.

Daha sonra, Amerikan ordu dergisinde Türkiye'nin Güneydoğusu'nu da
içine alan Büyük Kürdistan haritası yayımlandı.

Belki anlamayanlar vardır diye İtalya'daki NATO toplantısında ABD'li
subaylar bu haritayı ekrana yansıttı.

Türk subayları toplantıyı terk etti. Böylece ABD, Türk Ordusu'na
karşı savaşı fiilen başlattığını alenen açıklamış oluyordu.

MGK iç tehdit tanımını değiştirdi

Bundan başka, Milli Güvenlik Kurulu, iç tehdit kavramını değiştirdi.
Eskiden solculuk ve komünizm "iç tehdit" olarak görülüyordu. Şimdi ise
"ırkçı milliyetçilik, bölücülük ve irtica" iç tehdit kapsamına alınmıştı.
Yani MGK, Amerika'nın maşası olan akımları iç tehdit kapsamına almıştı.

Bu durumda, ABD'nin Türk ordusuna karşı savaş ilan etmekten başka
bir çaresi kalmamıştı.

ÖKK, Gölbaşı'nda kendi yeri ve binası için çalışmaya başladığında
da, yolsuzluk iddialarıyla saldırıya uğradı.

Yapısı sivilleşen, içi boşaltılan, etkisi kısıtlanan Milli Güvenlik
Kurulu'nun Toplumsal İlişkiler Başkanlığı'nı ÖKK bünyesine dahil etmek ve
ÖKK'nın 2006 yılında tümen seviyesinden kolordu seviyesine çıkarılması da
ABD'nin kızgınlığını arttırdı.

ÖKK'ya yönelik giderek artan ve karargâhının basılması noktasına
kadar varan saldırının en önemli nedenlerinden biri de Org. Büyükanıt'ın
Genelkurmay Başkanlığı döneminde yapılan bir değişiklikti.

Gayrı Nizami Harp tanımını değiştiren ÖKK, tanıma şu ifadeyi ekledi:


"Düşmanın fiziki, ekonomik, psikolojik, siyasi vb. işgallerine maruz
kalmış bir bölgede işgali ortaya çıkarmak, engellemek ve karşı tedbirleri
uygulamak"...

ABD ordusu resmen bir tehdit

Bu ifade, yalnızca 50 yıldır NATO aracılığıyla ve Özel Harp Dairesi
üzerinden denetlenen TSK'nın yaptığı bir tanım değişikliği değil aynı
zamanda yeni sürece ilişkin tehdidin kaynağına yönelik bir durum
saptamasıydı!

ABD, bölge politikalarını TSK'yı "ikna etmeden" hayata
geçiremeyeceğinin farkında. TSK'yı sindirmenin en kritik mevzilerinden biri
de Özel Kuvvetler Komutanlığı'na bayrak dikmek!

Dick Cheney ile Ergenekon saldırısı başlatıldı

Ergenekon saldırısı, ABD'nin Irak işgali öncesinde başlatıldı.
Beşiktaş Terör Örgütünün kurulmasına, AKP iktidara gelmeden önce
başlanmıştı.

Tayyip Erdoğan bizzat kendisi anlatıyor: (19 Ekim 2008)
"Bu işe ben Emniyet'le başladım. Belirli bir evreye geldikten sonra
bunu Savcılığa verdik. Ergenekon soruşturması konusunda yargı ile yakın
işbirliği içindeyiz. Bunlar iktidara gelmeden yaptığımız tespitlerdir.."

Tarih 19 Mart 2002, Ankara ...

Amerikan Başkan Yardımcısı Dick Cheney 12 bölge ülkesini ziyaret
ettikten sonra Ankara'ya geldi. Morali bozuktu. Zira Irak'ın işgali için
umduğu desteği bulamamıştı. Hemen Köşk'e çıktı. Cumhurbaşkanı Sezer, tüm
dünyaya söylediğini bir de ABD'ye söyledi: "Uluslararası oydaşma ararım".

Ardından Başbakanlığa geçti.. Ecevit, "İşgale karşıyız" dedi. Sonra
akşam yemeğinde, protokolde olmamasına karşın, ısrarla Genelkurmay Başkanı
Kıvrıkoğlu ile görüştü. O da kesin bir dille tersledi...

Ayrıca Org. Kıvrıkoğlu, ABD işgali öncesinde Kuzey Irak'a girerek
bazı bölgelerde mevzilenme planı yapmıştı. Cheney ertesi sabah yapacağı
basın toplantısını iptal etti. Palas pandıras ABD'ye döndü.

4 Mayıs 2002

Başbakan Ecevit, "bağırsak rahatsızlığı" nedeniyle hastaneye
kaldırıldı... Aylarca hastanede kaldı...

Rahşan Ecevit onu adeta hastaneden kaçırmasa Başbakan ölüyordu.

2001 yılında "ekonomiyi kurtarmaya" ABD'den gelen Kemal Derviş,
basının karşısına çıkıp "siyasal belirsizlik"ten bahsetti.

Sonra...

Devlet Bahçeli, "3 Kasım'da erken seçim" dedi.

4 ay sonra...

Türkiye sandığa gitti. Ve, AKP tek başına iktidara geldi.

ABD, Irak'ın işgaline karşı çıkan bir askeri - siyasi heyeti birkaç
ayda tasfiye etmişti. Hem Ecevit, hem de ABD işgaline karşı planlar yapan
Org. Kıvrıkoğlu tasfiye edilmiş, yerlerine ABD saldırısını destekleyen AKP
hükümeti ve Org. Özkök gelmişti.

AKP'nin işbaşına gelmesiyle birlikte Ergenekon saldırısı da başlamış
oldu. Amerika'ya karşı olan tüm güçler ve Türk ordusu, Ergenekon tezgahı ile
saf dışı bırakılacaklardı.

Fehmi Koru, Yeni Şafak'ta "Ergenekon'un düğmesine Tayyip Bey ile
Bush'un Oval Ofis'teki görüşmesinde basıldı" diye yazdı...

ABD'nin ana hedefi

ABD'nin ana hedefi: Öncelikle Kuzey Irak'ta kurulmuş olan Barzani
Devleti'ni Türkiye'nin tanıması ve fiilen himayesi altına almasıdır. Çünkü
ABD Irak'tan çekildikten sonra, Irak Arapları ve İran, Barzani Devleti'ne
karşı harekete geçebilirler..

Böylece ABD hem Barzani Devletini emniyete almış olacak, hem de Irak
ve İran ile karşı karşıya gelmiş olan Türkiye, ABD'ye daha fazla mahkum hale
gelmiş olacaktır.

Neden Barzani Devleti ABD için bu kadar önemlidir?

Çünkü, Büyük Ortadoğu Projesi'nin ana hedefi olan Büyük Kürdistan'ın
başlangıç noktası Kuzey Irak'taki Barzani Devletidir. Irak saldırısının esas
amacı da zaten Barzani Devletinin kurulması idi.

Barzani Devletinin emniyete alınmasıyla birlikte eş zamanlı olarak
Türkiye'de "Kürt Açılımı"nın tamamlanması gerekmektedir. Bu sayede Güneydoğu
Anadolu'da özerk bir yapı oluşturulacak ve zaman içinde bu özerk yapı
Barzani Devleti ile şu veya bu biçimde bütünleştirilecektir.

Bundan sonra, İran ve Suriye'den de parçalar koparılarak Büyük
Kürdistan'ın oluşturulması daha kolay hale gelecektir.

Büyük Kürdistan, İkinci İsrail olacaktır. Yani Orta Doğu, Kafkaslar
ve Orta Asya'yı, burada kuracağı üsler vasıtasıyla kontrol edecek, Büyük
Ortadoğu Planı'nın amacını, yani 24 Müslüman ülkenin rejimlerini ve
sınırlarını değiştirmeyi daha kolay gerçekleştirebilecektir.

Kilit nokta ÖKK ve Türk Ordusu

Ama bütün bunları yapmak için, Türk Ordusu'nun vatanı savunma
iradesinin kırılması gerekiyordu.

Ergenekon tezgahları ile aynen Endonezya'da yapıldığı gibi önce Türk
ordusunun saygınlığı yok edilecek.

Türk ordusu, Amerikancı AKP hükümetinin Barzani Devleti'ni tanıma ve
himaye altına alma yolunda attığı adımlara ses çıkaramayacak.

"Ordu siyasete karışmamalı", "Ne yani, yine darbe mi yapmak
istiyorsunuz" suçlamaları ile susturulacak.

Özel Kuvvetler, Güneydoğu'da kışkırtılacak olan bir ayaklanmaya
müdahale edemeyecek.
İşte, son "Arınç suikasti" tertibini de bu açıdan ele alabiliriz.

Sonuç

Özel Kuvvetler Komutanlığı'nda yapılan aramalar aynı zamanda,
Genelkurmay Başkanı'nın yanına Kuvvet Komutanlarını da alarak Trabzon'da
Oruç Reis Fırkateyni'nde yaptığı açıklamalara cevaptır.

Amerika, TSK'nın Başbuğ'un ağzından yapmak istediği kendini savunma
girişimine yeni bir atak ile karşılık vermiştir.

Bugünkü durum, Türk Ordusunun yıllar yılı NATO kontrolüne terk
edilmesinin bir sonucudur.

ABD, NATO anlaşmalarına ve yapılanmasına dayanarak içimizdeki
operasyonu yürütebilmektedir.

Türk Ordusu'nun NATO içinde kalarak milli niteliğini muhafaza
edemeyeceği ve kendisini koruyamayacağı artık son gelişmelerle bir kez daha
kanıtlanmıştır.

Genelkurmay Başkanlığı, Türk Ordusu'na yönelik asimetrik psikolojik
saldırıyı yapanların kim olduğunu açıklayarak milletimizi
bilgilendirmelidir.

Sizce de bilgilendirmeli midir? Yoksa hepimiz herşeyi biliyor muyuz
? Suat Narin'in bu yazdıklarını çok daha önceden bildiğimizi sandığımız
gibi...

9 Mart 2010 Salı

Biraz da gülelim

Sokak köpeklerinden çok şikayet gelince Diyarbakır Belediyesi bütün sahipsiz köpekleri toplamış.Ahali de sokakta başı boş gezen köpek sürüleri yok oldu diye çok mutlu olmuş. Sonra bir gün bakmışlar ki köpeklerin hepsinin kulağında bir zımba, sokaklarda yine geziyorlar...

Vaho Belediyeyi aramış. Yetkiliye 'bu itleri niye saldiz la boyle?' demiş.Yetkili de, hayvan haklarından söz etmiş ve 'merak etmeyin hepsi aşılandı, kısırlaştırıldı' demiş.Vaho feryat etmiş:

'Ha ula sizin izahiniza sıçam; size bizi isiriyler
dedik, sikiyler mi dedik'...

8 Mart 2010 Pazartesi

10 yıldır Türkiye'de yasayan ABD vatandasi Prof. Dr. James (Cem) Ryan'dan OBAMA'ya mektup

Sayın Başkan Obama:

Türkiye’de hüküm süren koşulların acımasız ayrıntılarına derinlemesine değinmeye gerek yok. Bu konu hakkında size geçen yıl iki kez yazmıştım. İsterseniz bu mektupları aşağıda verilen adreslerden tekrar okuyabilirsiniz (1). Siz olmasanız da yönetiminizden birileri mutlaka okumalı; zira laik ve demokratik Türkiye Cumhuriyetinin bekası ciddi bir tehlikededir, demokrasi adına sivil bir darbe ile diz çöktürülmektedir. Yeats bu durumu 1933’lerde derken durumu en iyi şekilde ifade etmiştir:

Yapmayı üstlendikleri her şeyi
Gerçekleştirdiler;
Her şey asılı kaldı
Yaprak ayasında asılı çiy gibi. (2)

Türkiye şu anda tam da bu tehlikeli pozisyondadır; “yaprak üzerinde asılı bir damla çiy gibi.” Ve ONLAR, yıkıcı görevlerini üstün başarıyla yerine getirdiler. ONLAR kim mi Sayın Başkan? Bunu açacağım, ama kısa bir özetten sonra.

Demokrasilerin “olmazsa olmaz” koşulu, bağımsız yargıdır. Türkiye’de demokrasi yoktur. Anayasal güvence altında olması gereken insan hakları, pervasızca ve sınır tanımadan ihlal edilmektedir. Konuşma ve ifade özgürlüğü olmadığı gibi toplanma özgürlüğü de, mahremiyet de yoktur. Yargıçlar ve ordu dahil herkes dinlenmekte, e-mailler izlenmektedir. Yöneticileri yollarını düzeltmekten aciz ülkede, teknolojinin son ürünü, polis devleti dinleme aygıtları yayılmış durumda. Bunlar nereden geldi sayın Başkan? Yoksa bu, Amerika’nın ‘istihbarat paylaşımı’ programının bir ikramı mı? Türk ordusu bile dinleniyor! Ve hükümet tarafından!

Ne kadar ayıp! Bir ulusun güvenliği için ne kadar tehlikeli! Bunun sonucunda aşağılık ve çirkin senaryolar ortaya çıkıyor. Yeats’in saptaması burada da aynen geçerli: “En iyi insanlar inançtan, güvenden yoksun iken en kötüler tutkulu güçle dolular.” (3) Üstelik gösteriye yeltenen herkes dayaktan ya da gazdan nasibini alıyor. Polis –muhtemelen Hitler’in kahverengi gömleklilerinin en iyi karşılığı- Türk ordusunun ve Türk halkının karşısında, ordu halkın özü çünkü. Bu toprakların üzerine ölüm sessizliği çöktü sayın Başkan. Bu, basit tanımla, İslamofaşizmdir. Orwell’ci egemen güç, yalan söyleyen, aldatan, çalan iktidardaki parti AKP, buna demokrasi adını vermektedir. Türkiye bugün bu durumdadır.

Muhalif yazarlar, tevkif edilmekte ve suçu kanıtlanmaksızı n süresiz olarak hapsedilmektedirler . Anayasanın öngördüğü ihzar teskeresi (haksız tutuklamayı yasaklayan yasa) bir şakadan ibaret. Medya, iktidarın uşağı, yalakası durumunda. Anayasanın hükümete tanıdığı tüm yetkiler, kökleri, gövdeleri ve dallarıyla bir tek başbakanın ellerinde. Onu hatırlıyorsunuz değil mi sayın Başkan? Hani geçen ay buluşup ona ‘Türkiye’nin enerji hattı’ olmasını istediğiniz kışkırtıcı mesajınızı vermiştiniz. Bir ‘hat’ ya da ‘kanal’? Gerçek düşünceniz bu mu? Aynı zamanda şunu da unutmayın; aynı başbakan ve yoldaşları olan AKP üyeleri Anayasa Mahkemesi tarafından ‘laiklik karşıtı faaliyetlerin merkezi olarak’ mahkum edilmişlerdi. Çoğu başbakan için bu büyük bir utanç kaynağı olurdu; ama bu başbakan için değil. O, bu konularda deneyim sahibi, önceki benzer suçlarıyla ilgili sayfalar dolusu raporlar var. Metaforik olarak ‘enerji yolu’ olarak tanımladığınız başbakan bu! Ve açıkça, bu başbakanın başka bir hedefi var. ‘Yapmayı düşündüğü her şeyi, gerçekleştirdi’ neredeyse!

Bu arada Türkiye’nin bir de, partiler üstü ve kendi ülkesinin yararına çalışmak için ant içmiş bir cumhurbaşkanı da var. Bu da gülünç; adam aynı ağacın kök ve gövdesinden gelme, egemen parti anlayışı taşıyan, laiklik karşıtı, kadın karşıtı ve gerici noter konumunda. On beş yıl önce 27 Kasım 1995’te The Guardian’a verdiği bir demeçte Türkiye’de laikliğin bittiğini ilan etmiştir. “Bu cumhuriyet döneminin sonudur” ve “Ankara nüfusunu %60’ı gecekondularda yaşıyorsa, laik sistem başarısız olmuştur ve haliyle bunu değiştirmek istiyoruz” (4) demiştir. Bugün aynı kişi –Türkiye Cumhuriyeti Cumhurbaşkanı- partisinin milyonlarca dolarlık fonu ile ilgili olarak dolandırıcılık sanığıdır (5). Fakat bu kişi de mahkumiyet dokunulmazıdır. Mark Twain, zamanında Amerika’da içsel kriminal sınıf bulunmadığını söylerken Amerikan Kongresini bunun dışında tutmuştur. Ama Mark Twain, bu günün Türkiye’sini hiç görmemişti.

Üzülerek söylemeliyim sayın Başkan, Amerika bu karanlık fikirli, acımasız yüzlü adamları iktidara getirirken suça ortaklık etmiştir. Ve bunu yaparken ülkemiz, Türk halkının büyük çoğunluğuna ölümcül kötülükte bulunmuştur. Ancak ülkemiz, İran halkına, Şili halkına ve aslında tüm Güney Amerika halklarına, Vietnamlılara, Kamboçyalılara, Filistin ve Irak halkına, Afro-Amerikan ve Amerika’nın yerlilerine karşı da öyle yapmıştır. Ülkemiz “ölümcül” kötülük konusunda uzmanlaşmıştır. Ama bu değişebilir sayın Başkan. Kampanyanızı “değişim” temeline oturttunuz ve hepimize sizinle çalışmak için cesaret verdiniz. Ve ben de sizinle çalışıyorum, sayın başkan. Kitabınızda Amerika’yı, “hayatları yaşandığı şekliyle” yansıtacak “farklı bir siyaset”noktasına getireceğinize işaret ettiniz (6). Atatürk’ün laik demokratik mirasının sahipleri baskıcı bir kukla hükümetin ahmak köleleri olarak mı yaşasın? Anayasal hakları kriminal çete tarafından sürekli engellenecek mi? Amerika Birleşik Devletleri tarafından kurulan ve desteklenen bir hükümetin varlığı, kendine “demokratik” diyen her ülkeye utanç verir.

Sayın Başkan, geçen yıl Türkiye’ye geldiniz ve Atatürk’ten hararetle söz ettiniz. Ve şimdi düşmanlarına karşı hoşgörülü ve cesaret vericisiniz. Ne oldu? Sayın Başkan, desteğinizi Atatürk ve Laik Cumhuriyet düşmanlarından çekin. Bana göre onlar, Türkiye’yi ‘ılımlı İslam ülkesi’ yapmayı planlayan Bush’un aptal anlayışının kalıntısı olan iflas etmiş bir anlayışın, cahil, tatsız, sığ kuklalarından ibaretler. ‘Ilımlı İslam’ da esasen ılımlı hamilelik, ya da ılımlı aptallık gibi bir şey, bir saçmalıktan ibaret.

İnanın bana sayın Başkan, ülkemin sergilediği tavır üzerine endişelerimi ifade etme hakkım olduğu için mutluyum. Bunun Türk halkı için sonuçları önemlidir. Sizin iktidara gelmeniz dünyaya barışın, akıllı ve şeffaf liderliğin geleceği konusunda büyük ümitler uyandırmıştı. Parıldayan yıldızınız, en utanç verici ve çıkarılması mümkün olmayan lekelerle kararmaya başladı. Türkiye’deki utanç verici ahlaksızlık Amerika’nın adına nasıl leke sürer?

Tarihin Mustafa Kemal Atatürk tarafından kurulan demokratik laik Türkiye Cumhuriyeti’nin, Amerika’nın isteği doğrultusunda iktidara gelen rezil kriminal öğeler tarafından tahrip edildiğini yazacağından endişe duyuyorum. Türkiye’yi bir laik cumhuriyeti yok etme pahasına, bir “enerji hattı,” bir petrol borusu yapmak? Amerika’nın aklındaki bu mu sayın Başkan? ‘Kanalizasyon borusu’ tanımı daha uygun olur galiba.

Sayın Başkan, beni görevim, bu trajediye ortak olmak değil, haykırmaktır. Adalet ve namus adına yürütülen en büyük haksızlık Ergenekon adı verilen bir saçmalık olarak sürüyor. Masum insanlar hapishanelerde ölüyor. Başka bir çoğu da hücrelerinde ömür çürütmekte. Şimdi, Amerika’nın imajı, olumsuz yönde ve onarılmaz biçimde hasar görmektedir. Tehlike açık. Tehlike ortada. Normal gazetecilik kanalları bu ülkede çalışmıyor. Normal adalet yolları da aynı akibete uğradı. İnsanların çoğu bağırmaya yeltendi, ben de öyle. Ve sonunda, rezaletin daha az olmadığı bir dönemde Emile Zola’nın başkanına yazdığı gibi ben de size yazdım sayın Başkan.

“Ve gerçeği, dürüst bir insanın nefreti ile haykırıyorum”- “Et c’est à vous, monsieur le Président, que je la crierai, cette vérité, de toute la force de ma révolte d’honnête homme” (7).

Size geçtiğimiz yılda söylediklerim, yalın ve dehşet verici gerçeklerdir. Türkiye’nin bugünkü zor koşullara geleceği görünüyordu. Daha önce de belirttiğim gibi dinsel bağnazlık ve fanatizm, Atatürk’ün gelişiyle yok olmadı. Size geçen yıl gönderdiğim, Mustafa Kemal Atatürk’ün Büyük Nutuk’unu okuduysanız bunu kolayca görmüş olacaktınız. Bu karanlık fikirli insanların nereden geldiğini de anlayacaktınız. Türkiye’de ortaya çıkan bu tahrip edici iç unsurlara karşı gücünüzün olmadığı gerçeğini fark ettim sayın Başkan. Farkındasınız belki! Her zaman olduğu gibi, CIA’nın ne dereceye kadar bu işin içinde olduğunun da. Dışişleri Bakanının (ve sekreteri, CIA kariyeri olan Robert Gates) dahil olduğunun da. Dışişleri Bakanlığının, elçilikler, konsolosluklar ve CIA ajanları vasıtasıyla ne derecede işin içinde olduğunun da. Ama farkında olup olmamanız benim işim değil. Türkiye’de bugünkü durumun ciddiyeti, suçlu aramak ya da işaret etmenin çok daha ötesinde. Bir şeyler yapılmalı sayın Başkan. Zola, “yer altına gömülen gerçek, gelişerek öyle bir güce erişir ki, patladığında kendisiyle birlikte her şeyi yıkar” diye yazmıştır. Türkiye’de şu an öyle bir durumdayız. Ulus bir facia ile karşı karşıyadır. Umarım, mektuplarım gerçeğin mecrasında olduğunu ve hiçbir şeyin bunu durduramayacağını göstermiştir. "La vérité est en marche et rien ne l’arrêtera." (8).

Ama bu mektup çok uzun sayın Başkan ve sona ermesi gerekiyor. 13 Ocak 1898’de Alfred Dreyfus ve Fransa savunmasına gelen Zola’nın söylediklerine kulak ver. Sanki Türkiye’nin bu gününü tarif ediyor:

Ulusal savunmanın hangi ellerde bulunduğunu, yurdun yazgısının kararlaştırıldığı bu kutsal sığınağın nasıl aşağılık bir entrika, dedikodu ve hırsızlık yuvası olduğunu bildiklerinden, olası bir savaş karşısında endişe içinde titreyen öyle çok insan tanıyorum ki! Dreyfus olayının, talihsiz bir insanın, bir ‘pis Yahudi’nin kurban edilişinin, bu kuruma tuttuğu korkunç ışık karşısında dehşete düşüyor insan. Ah! Birkaç rütbelinin, devletin güvenliğini saygısızca bahane ederek, çizmeleriyle ulusun üstüne basarak gerçek ve adalet çığlığını gırtlağına tıkamaları, bütün bu çılgınlıklar ve saçmalıklar, çılgınca düşlemler, yoz polis uygulamaları, engizisyon ve zorba uygulamalar! Sırtını ahlaksız basına dayamak, Paris’in tüm ipsizlerince savunulmaya boyun eğmek de bir suç; işte ipsizlar takımı, hukukun ve yalın gerçeğin bozgunu içinde, hayasızca utkuya ulaşıyor. O tüm dünya önünde yanlışı zorla benimsetmek gibi düşüncesizce bir komplo tezgahlarken, kendisini dürüst ve özgür ulusların başında yiğit bir ordu olarak görmek isteyenleri Fransa’yı bulandırmakla suçlamış olmak da suç. Kamuoyunu saptırmak, yoldan çıkarılmış olan kamuoyunu onu sabuklamaya götürecek ölçüde bir ölüm görevinde kullanmak da bir suç. İçinden atamaması durumunda insan haklarının savunucusu büyük ve özgürlükçü Fransa’nın ölmesine yol açacak iğrenç Yahudi düşmanlığının arkasına sığınarak küçükleri ve alçakgönüllüleri zehirlemek, tutuculuk ve hoşgörüsüzlük tutkularını azdırmak da bir suç. Kin yolunda yurttaşlığı sömürmek de bir suç; son olarak, tüm bilim gerçek ve adalet çağını oluşturma yolunda iş başındayken, kalıcı çağdaş tanrı yapmak da bir suçtur. (9),(10)

Sayın Başkan, yazdıklarım yalın gerçeklerdir ve dehşet vericidir..hem Türkiye , hem de Amerika için. Gerçek ve adaletin kaçınılmaz patlamasını çabuklaştırmasını dilerim.

En derin saygılarımla, Sayın Başkan.

James (Cem) Ryan, Ph.D.
İstanbul, Türkiye


NOTLAR:

1. LETTER TO PRESIDENT OBAMA: Turkey in an Arena of Trials 20 January 2009
http://forreasonsun known-cem. blogspot. com/2009/ 01/letter- to-president- obama.html
http://www.ataturks ociety.org/ voa/Ataturk_ winter2009_ final_web. pdf

LETTER TO PRESIDENT OBAMA: The Islamic Republic of Turkey 20 October 2009
http://forreasonsun known-cem. blogspot. com/2009/ 10/letter- to-president- obama-islamic. html

2. Yeats, W.B. “Gratitude to the Unknown Instructors.”
http://www.poemhunt er.com/poem/ gratitude- to-the-unknown- instructors/

3. Yeats, W.B. “The Second Coming.”
http://www.poemhunt er.com/poem/ the-second- coming/

4. Rugman, Jonathan. “Turkish Islamists Aim For Power.” The Guardian, 27 November 1995.

5. Villelabeitia, Ibon. “Turkish Court says president should go on trial.” The Washington Post, 18 May 2009.
http://paperdragon. newsvine. com/_news/ 2009/05/19/ 2836299-turkish- court-says- president- should-go- on-trial-

“Presidential office slams court stance.” Hurriyet Daily News, 20 May 2009.

“No end in sight to Gül immunity controversy.” Hurriyet Daily News, 21 May 2009.

“Turkish president unconcerned about standing trial in fraud case.” Hurriyet Daily News, 21 May 2009.

“I am not scared to go on trial.” Hurriyet Daily News, 22 May 2009.

Kanlı, Yusuf. “President in court.” Hurriyet Daily News, 22 May 2009

6. Obama, Barack. Dreams from My Father, page 457. Three Rivers Press. New York, 1995.

7. Zola, Emile. “J’Accuse,” English and French versions. Pages 6, 18.
http://www.oxygenee .com/Zola- and-Dreyfus. pdf

8. Ibid. Pages 15, 24.

9. Ibid. Page 14.

10. Emile Zola, 1898. J’Accuse (Suçluyorum) , (Tahsin Yücel, Çev.) Istanbul: Can Yayınlar”

Aziz Yıldırım ve Fenerbahçe üzerine küçük bir not

Aziz Yıldırım ve yönetiminin dünyaya bakışı, visyonu ve genel futbol bilgileri, FUTBOLun geldiği noktaya yakışmıyor, dar geliyor. Fenerbahçe’ye yetmiyorlar artık…Bir sonraki adım içim yeni heyecanlar, yeni insanlar gerekiyor.

5 Mart 2010 Cuma

TEGV Yardım - Runtalya koşusu

Ilerleyen yıllara rağmen, aktif-dinamik-heyecanlı kalabilmek adına elimden geldiği kadar ‘atletik’ etkinliklerde bulunmaya çalışıyorum. Hepinizi bildiği gibi bu konuda motive olmak çok kolay değil. Birçoğumuzun fırsat buldukça gidebildiği spor salonlarından çok haz duymuyorum, açık havada yapılan etkinlikleri tercih ediyorum. Bu kapsamda iki kez Boğaz yüzme yarışlarına (Kanlıca’dan Kuruçeşme’ye, 6 kmlik parkuru yüzdüm), üç kez Istanbuldaki Avrasya maratonuna (15 km koştum) ve bir kez de Antalya’daki Runtalya koşusuna katıldım (10 km).

7 mart 2010 tarihinde, Runtalya maratonunda hayatımda ilk defa YARI-MARATON(21 km) koşacağım. Hedefim 120-140 dk’da yarışı bitirebilmek (http://www.runtalya.com.tr/index.php).

Yurtdışında çok yaygın olan facebook’ta yer aldığı şekli ile ‘cause’, politik ve sosyal kurumlar tarafından yeğlenen ‘fundraising’ aktiviteleri ile yardım toplamak bizim ülkemizde yeni yeni oluşan bir kültür. Üç sene once kurulan Adım Adım organizasyonu (http://www.adimadim.org/home )aktivite bazlı bağış toplama işini ilk kez başlatan ve bunu başarıyla sürdüren bir sivil toplum kuruluşu. Adım Adım organizasyonu, bünyesinde toplayıp, aracılık ettiği koşucularla anlaşma yapılan sivil toplum kuruluşlarına yardım toplanmasını sağlıyor. Adım Adım kesinlikle para işlemlerinde rol oynamıyor ve sadece ILETISIM kanalı olarak yardımcı oluyor.

Ozetle; 7 Mart 2010 Pazar günü, Antalya’da koşulacak olan Runtalya maratonunda YARI-MARATON koşacağım ve aşağıda detaylı bilgileri yer alan Türkiye Eğitim Gönüllüleri Vakfı için BAĞIŞ TOPLAYACAĞIM. Bunu gerçekleştirirken siz değerli arkadaşlarımın desteğine ihtiyacım olacak. Sizlerde bir farkındalık yaratabilirsem ve desteğinizi kazanabilirsem, daha farklı bir ruh hali içinde koşacağıma inanıyorum.

Yapılacak tüm bağışlar Türkiye Eğitim Gönüllüleri Vakfı’nın hesabına direk olarak aktarılacak ve ilköğretim çağındaki çocuklarımız eğitiminde kullanılacak ( http://www.tegv.org )
Önemli bilgi: TEGV “Bakanlar Kurulu kararıyla vergi muafiyeti tanınan vakıf” statüsündedir. Bu statü ile TEGV'in bağış karşılığı düzenlediği makbuzlar; Gelir Vergisi Kanunu 89/4 maddesi gereği, Kurumlar Vergisi Kanunu 10/1 maddesi gereği, ilgili kanun maddelerinde belirtildiği şekilde, vergi matrahı tespitinde gelirden indirilir.
TEGV, vergi muafiyeti tanınan vakıf olduğu için şirketinizin bağış yapmasına aracılık edebilirsiniz. Makbuzun hazırlanıp size gönderilmesini sağlayacağıma emin olabilirsiniz.
Bankaya gönderdiğiniz miktarı bana e-maille bildirebilirseniz ben de takip edebilirim. Bana göndereceğiniz bu mailde adınızın ve bağışınızın açıklanmasını istemediğinizi belirtirseniz bu bilgi kesinlikle benim tarafımdan açıklanmayacaktır.

Sevgiyle,

Cenap Bıyıklı

Bağışınızı aşağıdaki açıklama ile yapabilirseniz takip etmem ve katkınızı fark etmem kolaylaşacaktır:

Açıklama: "AAO-Cenap Bıyıklı-Bağışçının Adı Soyadı"

Aşağıda hesap bilgileri ve soruların olması durumunda bu projeyle ilgili Dernek/Vakıf yetkilisinin iletişim bilgileri yer alıyor.

BANKA: Yapı Kredi Bankası (TL) (0067)
ALICI ADI:Türkiye Eğitim Gönüllüleri Vakfı
SUBE: Harbiye Özel Bankacılık Merkezi (00391)
HESAP NO: 7997892
IBAN: TR89 0006701000000007997892

BANKA: İŞBANKASI (USD) (0064)
ALICI ADI: Türkiye Eğitim Gönüllüleri Vakfı
ŞUBE: BEYLERBEYİ (1136)
HESAP NO: 377337
IBAN: TR13 0006400000211360377337

BANKA ADI: İŞBANKASI (EURO) (0064)
ALICI ADI: Türkiye Eğitim Gönüllüleri Vakfı
ŞUBE: BEYLERBEYİ (1136)
HESAP NO: 381861
IBAN: TR85 0006400000211360381861

Kredi kartı ile bağış:
http://sp.tegv.org/

Kurum Iletişim bilgileri:
Arzu Özdemirci: arzuo@tegv.org - (216) 290 70 82
Feyziye Günaydın: feyziyeg@tegv.org - (216) 290 70 80

3 Mart 2010 Çarşamba

Davulcu Remo - BEKIR COSKUN

DAVULCU Remo'nun,
davul çalarken sağ ayağını kaldırıp tokmağı ayağının altında davula vurması, Samuel Morse'nin elektrikli telgrafı icat etmesine denk gelir...
***
Kütahya köylülerinin bir keçinin sırtına yazılmış "ayeti" görmeleri ve keçiyi kaptıkları gibi kaymakama götürmeleri, kaymakamın da bunu
"Adı geçen keçiye ne gibi bir işlem yapılmasını" bir yazıyla merkeze
sorması ise Çinlilerin pirinçteki gen sıralamasını bulmalarına rastlar...
***
Şıh Hakkı Hazretleri'nin, müminlerin oval bir cismi okşamaları ya da ortasında delik olan yuvarlak bir cisme "manalı" fazla bakmalarının imanı bozacağını tebliğ etmesi de İskoç asıllı John Baird'in televizyonu
icat etmesiyle eşzamanlıdır...

Sene 2010...

- Son bir yılda insan epigenomunun şifresi çözüldü...
- Görme engelliler için göz yerine geçen mikroçip yapıldı...
- Bilim adamı robot, Aberystwyth Üniversitesi' nde çalışmaya başladı...
- NASA, Ay'da su bulunduğunu açıkladı...
- Maryland Üniversitesi' nde, atomun içindeki veriyi bir metre uzaklıktaki
kabın içine ışınlayarak taşıdılar...
- Büyük Hadron çarpışması ile yerkürenin sırrı aralandı...
- Subaru teleskobu, komşumuz yeni bir gezegen buldu...
- Başta Alzheimer ve kemik erimesi olmak üzere

27 hastalığa çare buldu elin adamı...
Tüm bunlar ise;
Türklerin "imam" yetiştirip, onlardan
bilgisayarcı,
matematikçi,
fizikçi,
kimyacı,
bilim adamı,
vali,
doktor,
mühendis,
yargıç
yapmak istemelerine denk gelir...

İşte siz kaç gündür
"üniversiteye girişte katsayı kavgası"
ile bunu izliyorsunuz. ..

Bu ülkenin Cumhurbaşkanı, Başbakan'ı, Milli Eğitim Bakanı, yandaş YÖK
Başkanı, kimi profesörleri, kimi aydınları...

Hâlâ çocuklara "imam" eğitimi verip, onlardan "her şey" yapmak için kavga ediyorlar...

Ama ne yapacaksınız.. .
Dünyanın en gözde, en cennet toprakları üzerinde,
durup dururken "çağdışı" kalmaz insan...

Kalmışsa bir sebebi olmalı...

Muhalefet partilerine sorular

1- Ergenekon"un bir komplo olduğunu, komployu hükümetin kurduğunu söylüyor, hükümetin arkasındaki güçlerin kimler olduğunu biliyorsunuz da halkımıza neden açıklamıyorsunuz?..
2- NATO"nun bu tertipte elinin olduğunu biliyor musunuz? Biliyorsanız da NATO"dan çıkmayı düşünüyor musunuz?..
3- Yapılan darbenin hükümete karşı değil de devlete karşı yapıldığını biliyor musunuz?.. Biliyorsanız da niçin bas bas bağırarak meydanlara inmiyorsunuz?..
4- AB' nin Ergenekon davasının savcısı gibi tavır aldığını, gerçek niyetlerinin ne olduğunu öğrenmediniz mi ve Ortak Pazardan çıkmayı düşünmüyor musunuz?..
5- Tekel işçilerinin yanında olduğunuzu sevinerek görüyoruz, onları bu duruma düşürenin özelleştirme olduğunu da biliyorsunuz; özelleştirmelere karşı olduğunuzu ve özelleştirilen bu kurum ve kuruluşları tekrar kamulaştıracağınızı niçin açıklayamıyorsunuz?.
6- Demokrasiyi bir tren gibi gören bu hükümetin, bu treni havaya uçurma gayretinde olduğunun farkında mısınız?..
7- Tren havaya uçurulduktan sonra erken seçim olsa size bir faydası var mı?..
8- Hükümet anayasa değişikliğiyle demokrasi tramvayını seferden kaldırmayı düşünürken, siz muhalefet partileri niçin hâla durakta tramvay bekliyorsunuz?..
9- Kozasını ören bir tırtıl gibi, koza içinde evrimini tamamlayan, kelebek gibi faşizme uçmasına az bir zaman kalan bu hükümetin kozasını neden patlatmıyorsunuz?..
10- Bu güvensiz hükümetin, basın ve yargıya yaptığı baskıları dünya alem biliyorken, yapılacak seçimlerden sağlıklı sonuç çıkacağına nasıl güvenebiliyorsunuz?..
11- Değişim ve dönüşüm sözcüklerinin başkalaşım olduğunu, laik cumhuriyetin yıkım projesinin üstüne örtülen bir örtü olduğunu göremiyor musunuz?..
12- Böyle giderse, karşınızda muhalefet ettiğiniz bir hükümet değil yeni bir devlet bulacağınızı kestiremiyormusunuz?..
13- Devletin muhalefeti olmaz, düşmanı olur gerçeğinden hareketle, yeni devletin yasaklanmış ilk partileri olarak tarihe geçeceğinizi biliyor musunuz?...

2 Mart 2010 Salı

TEKEL’in altın binasından sonra pırlanta arsası! - NECATI DOGRU

Belge sana gelmiyorsa sen belgeye git. Ben de kalktım, belgeyi bulmaya Ankara’ya ve Kartal Cevizli’ye gittim.

Belgeleri buldum.

Gereğini yaptım; yüksek rantlar yaratabilecek potansiyele sahip bu şehir arsasının; uzansan Marmara’nın “Prens Adaları”nı (Büyükada, Heybeliada, Burgaz, Kınalı...) tutacakmışsın gibi durduğunu, gittim çıplak gözle de gördüm.

Üzgünüm!

Yine aynı zamanlama.

Yine aynı model.

Yine “kamu yararı” edebiyatı!

Yine aynı hibe!

Yine aynı tahsis!

Tekel’in Unkapanı’ndaki altın değerinde 3 bin metrekare arazi üzerinde 2 bin 500 metrekarelik 5 katlı binasından sonra TEKEL’in Kartal Cevizli’deki sigara fabrikasının 29 bin dönümlük (292 bin metrekare) pırlanta arsası da iktidara yakın bir vakfa “üzerinde üniversite kursun” diye tahsis edildi.

TEKEL devletindi.

TEKEL yabancıya satıldı.

Arsa elde kaldı.

Arsa milletin malıdır.

TEKEL işçileri Ankara’nın ayazında, kışında ve karında, benzin buharı sinmiş ağır havasında “fabrikalarımızı sattınız, bizim de işimizi aşımızı elimizden almayınız” diyerek ölüm oruçlarına yatmadan önce milletin malı olan arsa ihalesiz, habersiz, iktidara yakın bir vakfa aktarılınca insan doğal olarak merak ediyor.

Nerede bu arsa?

Bu arsa değil!

Bu bir pırlanta!

İstanbul’un Anadolu yakasındaki pırlanta arsası; TEKEL’in Kartal Cevizli’deki sigara fabrikasının, ambalaj fabrikasının, puro fabrikasının, lojmanlarının, kreşlerinin, futbol, basketbol sahaları, yüzme havuzlarının, konukevinin, Araştırma Enstitüsü’nün içinde yer aldığı toplamı 46 bin dönüm (460 bin metrekare) arazinin 29 bin dönümlük (296 bin metrekare) bölümü, üzerinde sadece 4 bin 100 ağaç fakat hiçbir yapı olmayan boş yemyeşil şehir toprağıdır.

Toplam alan:

460 bin metrekare.

Pırlanta alan:

296 bin metrekare.

Bu pırlantayı; Özelleştirme Yüksek Kurulu, (Başbakan Tayyip Erdoğan, Maliye Bakanı Mehmet Şimşek, Devlet Bakanı Ai Babacan, Ulaştırma Bakanı Binali Yıldırım, Devlet Bakanı Cevdet Yılmaz) 28 Kasım 2008 tarihinde Özelleştirme İdaresi’nden alıp Maliye Bakanlığı’na “hibe etme” kararı verdi. Pırlanta mülk bir kararla, bir gecede Özelleştirme’nin sahipliğinden çıktı, Maliye’nin mülkiyetine geçti. Maliye Bakanlığı da kendisine hibe edilen bu pırlantayı; 9 Şubat 2009 tarihinde İstanbul Şehir Üniversitesi adına “irtifak hakkı” tahsisi yoluyla yıllığı 1 milyon 600 bin TL bedelle 49 yıllığına kiralayıverdi.

Kimindir bu üniversite?

Aslında ortada üniversite yok.

Kuracak olanın adı var.

Şanı, şöhreti, yakınlığı var.

Kuracak olan, Bilim ve Sanat Vakfı’nın (BİSAV) internet sitesinde yer alan yazılardan anlıyoruz ki; vakfın şimdiki Başkanı, iktidar yanlısı Yeni Şafak Gazetesi yazarı Prof. Dr. Mustafa Özel’dir ve vakfın Mustafa Özel’den önceki başkanı ise Başbakan Tayyip Erdoğan’a önce dış politika danışmanlığı yapan şimdi de Dışişleri Bakanı olan Prof. Dr. Ahmet Davutoğlu’dur.

Önce hibeleme!

Sonra tahsisleme!

Sonra binaları yapmak için İstanbul Büyükşehir Belediyesi’inden imar izni isteme...

Ne dersiniz?

Hep tutan tahmininiz nedir?

İstanbul Büyükşehir Belediye Meclisi oy çoğunluğu ile bu pırlanta araziye “080 emsalle toplam 240 bin metrekare bina yapmaya” imar izni vermiş midir? TEKEL’in Cevizli’de elde kalan ve her yapısı üniversite binası olmaya çok uygun; sigara fabrikası, ambalaj fabrikası, puro fabrikası, lojmanlar, konukevleri, spor tesisleri, araştırma enstitüsü binaları hazır varken ve boşa çıkmış duruyorken iktidara yakın Bilim ve Sanat Vakfı, niçin o binaları istemedi de güzelim ağaçlarla kaplı pırlanta araziye göz dikti ve onu aldı?

Takibini yapacağım.

Bunu yazmazsak ne yazacağız?

Tekel arazi ve binalari kimlere peşkeş çekiliyor - NECATI DOGRU

TEKEL'in binası tahsis edildi!
Dil çürük dişi karıştırır derler. TEKEL işçileri, Ankara’da “devlet kasasını soymaya yeltenenler” olarak etiketlenip “ölüm oruçlarına” terk edilince; bütün dikkatler bu çürük noktaya odaklanıyor.

Çürük nedir?

Nasıl oluşur?

Söz gelimi TEKEL’in İstanbul’da Unkapanı’nda Genel Müdürlük olarak kullandığı muhteşem bir binası vardı. Bu 5 katlı bina; İstanbul’un tam orta yerinde tarihi yarımada içinde bulunuyor. Beşinci katından Topkapı Sarayı, Ayasofya ve Sultanahmet camileri, Kapalıçarşı’nın Fatih döneminden kalma kubbeleri, öbür yandan Süleymaniye’nin büyülü görüntüleri, “elini uzatsan tutacakmışsın” yakınlığındadır. Başınızı ufka çevirirseniz, Marmara’nın mavi sularına selam durmuş Selimiye Kışlası’nı da görürsünüz.

Dördüncü kata inin.

Karşınızda Haliç uzanır.

Birinci kata gelin.

Ana kapıdan çıkın.

100 metre yürüyün, İstanbul’un bin yıllık “ticaret kalbi” Eminönü’ne, Tahtakale’ye ve Mısırçarşısı üstünden Kapalıçarşı’ya ulaşırsınız. Özetle diyeceğim şu ki; ticari değeri açısından Tekel’in Genel Müdürlüğü’ne merkez olmuş bu her bir katı yaklaşık 500 metrekareden toplam 2 bin 500 metrekarelik bina ve 3 bin metrekarelik arazisi altın değerindedidir.
***


TEKEL işçisine dediler ki:

Devleti size soydurmayız!

Kim dedi:

Başbakan Tayyip Erdoğan, Maliye Bakanı Mehmet Şimşek, Devlet Bakanı Ali Babacan, Ulaştırma Bakanı Binali Yıldırım, Devlet Bakanı Cevdet Yılmaz. Sayın Başbakan ve bu sayın 4 bakan, “Özelleştirme Yüksek Kurulu”nu oluşturuyorlar. Özelleştirme Yüksek Kurulu, TEKEL’in pırlanta değerindeki bu binası için bir karar aldı.

Ciddi ciddi düşünün.

Tahmin edin!

Ne karar almış olabilir.

Demiş olabilir ki, “madem Tekel’in sigara, rakı, şarap, ispirto, malt, anason fabrikalarını yabancı şirketlere sattık. TEKEL’in adını bile yabancıya pazarladık. Tekel Genel Müdürlüğü’ne ihtiyaç kalmadı. O zaman Unkapanı’ndaki bu değerli genel müdürlük binasını da açık artırmayla satalım.”

Normal akıl!

Hesaplı iş adamlığı!

Adil devlet adamlığı!

Böyle düşünür değil mi?
***


Başbakan’ın başkanlığını ve 4 bakanın da üyeliğini yaptığı Özelleştirme Yüksek Kurulu, Tekel’in bu değerli genel müdürlük binasını 22 Mayıs 2009 tarihinde yani TEKEL işçileri henüz “ölüm oruçlarına başlamadığı” günlerde Özelleştirme İdaresi’nden aldı ve Maliye Bakanlığı’na hibe etti.

Olabilir!

Bunda bir şey yok.

Çürüklükten söz edilemez.

Devletin malı, bir devlet kuruluşundan diğer devlet kuruluşuna aktarılıyor. Bunda; genelin yani toplumun malını özele yani özel sektöre aktarma söz konusu değil. Fakat TEKEL’in pırlanta değerindeki binasının yeni sahibi Maliye Bakanlığı, ne yaptı?

Binayı özele tahsis etti.

“Devletten özele” tahsis!

Habersiz, ilansız,

ihalesiz aktarma.

Esasen Ankara’da ölüm orucuna yatmış TEKEL emekçilerinin binası olan değerli mülk, elinde 4 özel hastanesi bulunan ve başkanlığını Fahrettin Koca adlı bir iş adamının yaptığı Medipol Grup’a (Metropolitan Sağlık Hizmetleri AŞ) tahsis ediliyor.

Çürüklük burada!

Dil çürük dişi karıştırır!

Durmadan karıştırmalı!

Medipol üniversite kuracakmış.

Bu, özel üniversite olacakmış.

Paralı aile çocukları okuyacak.

Medipol Grup bu binayı rektörlük yapacakmış! Bina Özelleştirme Başkanlığı’nın elinden alınıp Maliye’ye hibelendikten sonra Maliye de bu binayı “ancak eğitim ve kültür hizmeti olarak kullananlara devredebilir” yasal kuralına uydurarak tahsislendirmiş!

Nereden baksan çürüme!

TEKEL işçisi haklıdır.

Tekel işçilerinin hakkını yiyeni ve yedireni Allah çarpar!

1 Mart 2010 Pazartesi

Her hafta okunması gereken bir yazı - CEMAAT'in TEMEL FELSEFESI - Mustafa Mutlu

"NIHAI HEDEFE ULAŞANA KADAR, HER YÖNTEM VE YOL MÜBAHTIR. BUNUN IÇINE YALAN SÖYLEMEK VE INSANLARI ALDATMAK DA GIRER. YETER KI, 'HIZMET' KESINTIYE UĞRAMASIN. HIZMET DENILEN ÇALIŞMANIN EN BÜYÜK ÖZELLIĞI, SESSIZ VE DERINDEN OLMASIDIR. BU GIZLILIK DE GÜÇLÜ OLUNCAYA KADAR DEVAM EDECEKTIR. CEMAATIN TEMEL FELSEFESI BUDUR..."

'Maraton’da sona doğru!
Yaklaşık iki yıl önce “Ayda en az bir kez okuduğum sözler” başlıklı bir yazı yazmıştım...

O sözler Fethullah Gülen’e aitti ve onun ABD’ye gitmesine neden olmuştu.

Aynen şunları söylüyordu Fethullah Gülen:

“Adliye’de, Mülkiye’de mevcut olanlar mevcudiyetlerini korumazlarsa, arkadan gelenlerin mevcudiyetini koruyamayız. Bir taraftan o kanun ve kuralları, diğer taraftan da kanun ve kural adamı olma imajını kullanmalıyız. Yani sizi gören, ‘Bunlar kurallara harfiyen riayet ediyorlar’ demeli.”

“Taa ilerilere gitmeli, can damarları içinde dolaşmalıyız. Cepheleri öğrenmeleri lazım arkadaşlarımızın. Hukuk sistemini didik didik etmeliler. Sistemin püf noktalarını bilmeleri lazım. Biz de çalışıp onları istifade edecekleri mevkilere getirmeliyiz.”

“Dikkatli olmalıyız. Erken harekete geçersek, tepemize binerler. Durmadan hazırlanmalıyız.. Zamanı gelince, uygun boşluk bulunca maratona geçeriz. Devlet memuru arkadaşlarımız kahramanlık yapamazlar. Erken vuruş yaparlarsa dünya başlarını ezer. Bütün anayasal müesseselerdeki güç ve kuvveti cephenize çekeceğiniz ana kadar her adım erken sayılır.”
***


Fethullah Gülen’in bu sözleri söylemesinin üzerinden yıllar geçti...

Ama ben; unutmayayım, yumuşamayayım, gevşemeyeyim, boş bulunup da “gününü bekleyenler”in oyunlarına düşmeyeyim diye her ay en az bir kez okumaya ısrarla devam ettim.
***


Müritleri; aradan geçen yıllarda Fethullah Gülen’in bu talimatlarının dışına çıkmadılar...

Adliye’de, Mülkiye’de mevcut olanlar, mevcudiyetlerini korudular...

Hem kanun ve kuralları kullandılar (her fırsatta demokrat kesilmeleri bunun örneğiydi) hem de kanun ve kural adamı olma imajını...

Onları görenler gerçekten de “Bunlar kurallara harfiyen riayet ediyorlar” dedi...

Sonra...

“Taa ilerilere” gittiler...

“Can damarları içinde” dolaştılar...

TSK’nın, yargının, emniyetin, üniversitelerin içine sızdılar...

“Hukuk sistemini didik didik ettiler, püf noktalarını öğrendiler...”

Ve sonunda...

“Maratona geçtiler!”
***


Öyle ustaca koşuyorlar ki bu “maraton”u, kimseyi “ürkütmüyorlar!”

Siyaset kurumu yıpranıyor...

Adliye yıpranıyor...

Mülkiye yıpranıyor...

Üniversiteler yıpranıyor...

Medya yıpranıyor...

Ama onlar; bu toz dumanda ortada bile görünmüyorlar!

Her yerdeler, her şeye hâkimler, istediklerini yapıyor ve yaptırıyorlar; ama yıpranmıyorlar!

Sızan gizli soruşturmalarda, fotokopi-gerçek belgelerde, telefon dinlemelerinde hep onların parmak izi var; ama “yok”lar!

O kadar “yok”lar ki; kimse onları suçlayamıyor, eleştiremiyor, bitiremiyor!
***


Sezar’ın hakkı Sezar’a:

İyi oynadılar oyunlarını...

Şimdi de “koşar adım” amaçlarına yürüyorlar...

Koca ülkenin saygın kurumları; onlara karşı, “kendilerini savunmak”tan başka hiçbir şey yapamıyor...
***


Ben yine en az ayda bir kez okumayı sürdüreceğim o sözleri...

Ama... Bakalım daha ne zamana kadar?

Üç devrimci kadının hikayesi - Soner Yalçın

aşağıdaki gibi yaşamları okuyunca, insan bir hiç olduğunu düşünmeye başlıyor. Ve üzülüyoru geçirdiği yıllar için
Cenap

Geçen hafta Türkel Minibaş’ın ölüm yıldönümü nedeniyle toplantılar yapıldı.
Toplantıda Minibaş’ın adının yanında sıkça anılan iki isim daha vardı. Türkan Saylan ve Tülay Arın... Üç kadın da akademisyendi. Ancak üçü de köşelerinde emekli olmayı bekleyen üniversite hocalarından değildi. Her biri üniversitede, kadın hareketinde, sosyal haklar mücadelesinde aktif birer katılımcıydı. Bazen ayrı düştüler, bazen beraber oldular. Ancak üçü de kısa sürede bu dünyadan göçüp gittiler. İşte size bu üç kadının hikâyesi.

TÜRKAN Saylan tıp doktoruydu. İstanbul Üniversitesi Tıp Fakültesi’nde görev yaptı. Sol-Kemalistti. Türkel Minibaş, iktisat bölümündeydi. Sosyalist-Kemalist görüşlere sahipti. Tülay Arın, Maliye’deydi. Yüzü feminizme dönük bir Marksistti.

Üçü de İstanbul Üniversitesi’nde hemen hemen aynı yıllarda akademisyenlik yaptılar. Üçü de girdikleri alanlarda öncü kadınlar oldular. Minibaş, iktisat bölümüne girdiğinde bölümde bir erkek egemenliği vardı. Kadınlar azınlıktaydı. Arın, o yıllarda maliye hukukunun sultası altında bulunan, çoğunluğunu erkeklerin oluşturduğu, maliye bölümüne girdi. Saylan, tıpta en zor alanlardan biri olan dermatolojiyi seçti. O yıllarda doktorların bile uzaktan baktığı cüzam üzerine uzmanlaştı. Türkiye’de dermatoloji alanında uzmanlığı olan 7’nci kadın akademisyendi.

Ezberleri bozuyorlar

Üçü de girdikleri alanda kurulu yapıyı eleştirdiler. Arın, bir maliye uzmanı olarak paranın üretimden ve üretim ilişkilerinden bağımsız ele alınmasına karşı radikal eleştirilerde bulundu. Marksist Maliye kuramını savundu. İktisadi planlamadan ve kalkınmadan yana oldu. Sosyal eşitliğin savunusunu maliyeye bakışında bir genel ilke olarak ele aldı. Derslerinde temel ekonomik kavramları sorguladı. “Üretim nedir” sorusu ile derse başlıyor ve o güne kadar yapılmış bütün ezberleri bozuyordu. İktisadı ne genel sloganlarla özetledi ne de bütünle bağını koparacak ölçüde uzmanlaştırdı. Dersleri 1960’lı yıllarda üniversitelerde bulunan Türkiye aydınlarının konferansları gibi geçiyordu.

Saylan, cüzamla ilk kez okuluyla gittiği Bakırköy Akıl Hastanesi’nde karşılaştı. Hastanede kafes gibi yerlerde pislik içerisinde tutulan cüzamlılara yemek veren hastabakıcılar dahi kafese yaklaşmıyordu. Doktorlar uzaktan verdikleri komutlarla hastayla konuşuyorlardı. Saylan cüzam üzerine çalışarak hastalığın bulaşıcı olmadığını ortaya çıkardı. Cüzamlılara dokunarak muayene eden, onları aşağılamadan bakan ilk doktorlardandı.

Minibaş, Türkiye’nin kalkınma sorununu kafasına taktı. Ona göre ekonomide asıl olan üretimdi. Konularını entelektüel bir derinlikle ele aldı. Sıkça “Ben Türkiye’ye kapitalizmin girişini Orhan Kemal’in romanlarıyla anlatırım” diyordu. İktisadı basitleştirdi, rakam yığını olmaktan çıkardı. Onun yazılarında ve konuşmalarında, edebiyat ve sanat, iktisadın içinde eriyip gidiyordu. Derslerinde Nâzım Hikmet’ten Shakespeare’den örnekler veriyordu. Akademisyenlerin sokağa seslenebilmesi gerektiğini savunuyordu. “Ben bir cari açık anlatırım, sokaktaki simitçi beni anlar, benim için önemli olan budur” derdi.

Eylemci kadınlar

Minibaş, Saylan ve Arın yalnızca üniversite hocası olmakla kalmadılar. Hepsi birer aktivistti. Üniversitenin dışında hayatın içinde de vardılar. Kurdukları dernekler, sendikalar, dergiler ile toplumu değiştirmek için mücadele ettiler.

Tülay Arın, Tarih Vakfı’nın kurucularındandı. Öğretim elemanlarının örgütlenmesi için mücadele etti. Öğretim Elemanları Sendikası’nın ve Öğretim Elemanları Derneği’nin kuruluşunda yer aldı. Türk Diyabet Vakfı’nın mütevelli heyeti üyesiydi. KA-DER’de çalışmalarda bulundu. 1986-1982 arasında Türkiye solunun o dönem etkili yayınlarından olan 11. Tez’i çıkardı. Feminist-Sosyalist Kolektif’in içindeydi.

Türkan Saylan, Tülay Arın’la beraber Öğretim Elemanları Derneği’nin kuruluşunda yer aldı. Cüzamla Savaş Derneği’nin kuruluşunu gerçekleştirdi. Cüzam Dispanseri, ardından cüzam hastanesini kurdu ve başhekimliğini yaptı. Dünya Sağlık Örgütü’nde danışmandı. Yaşamının sonuna kadar Çağdaş Yaşamı Destekleme Derneği Başkanlığı görevini yürüttü.

Türkel Minibaş, hayatının son 16 yılında Cumhuriyet Gazetesi’nde köşe yazarlığı yaptı. Sokak çocukları için kurulan Türkiye Korunmaya Muhtaç Çocuklar Vakfı Mütevelli Heyeti üyesi, Türk Kültür Vakfı, Türkiye Avrupa Vakfı, Türk Çağ Vakfı, İstanbul Mülkiyeliler Vakfı, Sosyal Demokrasi Vakfı gibi vakıflarda kurucu üyeydi. Yaşamının sonuna kadar Çağdaş Yaşamı Destekleme Derneği’nde Saylan’ın yardımcılığını yaptı. Minibaş, kimi zaman sokak çocukları için yollarda, kimi zaman Kazdağları’nda ya da Bergama’da altın arayanlara karşı köylerde, bazen de Anadolu’nun ücra bir köşesinde okul açılışındaydı.

Kadın sorunları

Üç kadının ortak bir özelliği daha vardı. Üçü de kadın sorunlarına ilgiliydi. Kadın örgütlenmelerine katılmaya özen gösteriyorlar, bulundukları örgütlerde kadınların sorunlarını dile getiriyorlardı.

Türkan Saylan, kızların okula kazandırılması için pek çok proje hazırladı. Kendisi de kız okulundan mezun olan Saylan’ın hayali tüm Anadolu’da yatılı bölge okullarını yeniden canlandırmak, kırsal kesimde yaşayan kızların bu şekilde şehirlerde okula gitmesini sağlamaktı. Hekimlik hayatında ise uzmanlaştığı sorunlardan biri de kadın hastalıklarıydı. Saylan kendisini “Kemalist-feminist” olarak tanımladı.

Minibaş, modernleşmek için kadının toplumdaki konumunu ilerletmek gerektiğine inanıyordu. Kadın ve cinsiyetçilik üzerine çalışmalar yürüttü, yazılar yazdı. Okullarda öğrencilerinin kadın tezleri yazmalarını destekledi. Kadınların çalışma hayatına katılımı sağlayacak mikro-kredi çalışmalarını örgütledi. Okuma yazma seferberliği projeleri hazırladı.

Arın, erken dönemden itibaren kadın sorunlarıyla ilgiliydi. 1983 yılında Yazko Dergisi’ne kadınların korunacak bir varlık olarak kaldıkları sürece şiddete açık hale geldiklerini yazıyordu. Kadın emeği üzerine çalışmalar yaptı. Sosyalist Feminist Kolektifin katılımcısı oldu.

Kadın Araştırmaları Merkezi

Üç kadının öncüsü olduğu bir kurum daha vardı. Türkiye’de ilk kez İstanbul Üniversitesi’nde Kadın Araştırmaları Merkezi’nin kurulmasına Minibaş, Arın, Saylan öncülük etti. Elbette merkezin kurulmasında üç kadının dışında bugün milletvekili olan Necla Arat’ın ve bugün ÇYDD Başkanı olan Aysel Çelikel’in büyük payı vardı.

Üç kadın da 80’li yıllarda Türkiye’nin hızla gericileşmesinden ve kadınların durumlarının ağırlaşmasından rahatsızlardı. Modernleşmenin itici gücünün kadın olduğuna inandılar. Kadın sorunlarına akademik yollarla çözüm bulabilmek için bu yolu seçtiler. Merkez, üniversitenin kadınları tarafından sahiplenildi. Çok geçmeden kadın akademisyenler ders vermeye başladı. Saylan merkezde kadın sağlığı üzerine dersler verirken, Minibaş ve Arın “kadın ve ekonomi” üzerine dersler verdi.
Kız lisesi ve Türk aydını

Minibaş, Saylan, Arın’ın bir ortak noktası da üçünün de kız lisesi mezunu olmasıydı.
Minibaş, Fatih Kız Lisesi’nden; Saylan, Kandilli Kız Lisesi’nden; Arın, İzmir Kız Lisesi’nden mezundu. Peki kız liseli olmalarının anlamı neydi?

Atatürk’ün kadın eğitimi konusunda yaptığı konuşmalarda, cumhuriyetin asıl hedefinin kadın ve erkeğin beraberce ayrımsız eğitimi olduğu anlaşılmaktadır. Ancak kızların okullara gönderilmesinin yaygın olmadığı koşullarda kız okulları, kız çocuklarının aileler tarafından okutulmasının imkânlarını yaratmaya çalıştı. Kız okullarında hem ev içi işler hem de yabancı diller öğretildi. Bir cumhuriyet kuşağı kadını bu okullar sayesinde modernleştirilmeye çalışıldı.

Saylan, anılarında Kandilli Kız Lisesi’nde nasıl vals öğrendiklerini anlattı. Minibaş, yaşamının son günlerine kadar Fatih Kız Lisesi’nin etkinliklerine katıldı, kız liselerinin kendine güvenli bir kadın kuşağı yetişmesindeki rolünü anlattı.

Zamanla gerici siyasetçiler kız liseleri projesini rafa kaldırdılar. Onların yerine imam hatip okulları çoğaldı. Kız liseleri ise karma eğitime geçti. Yatılı kısımları kapatıldı. Oysa bu liselerin yatılı bölümlerinde Anadolu’dan gelen kızlar emniyetle kalıyor ve kendi yörelerinde kavuşamadıkları eğitim olanağına bu sayede sahip oluyorlardı.

Kadın duruşu

Her üç kadının da akademide ortak bir özelliği vardı. Üçü de kadınsı görünüşlerini saklamadı. Arın’ın parmaklarına taktığı yüzükler meşhurdu. Minibaş’in makyajı ve takıları. Saylan genç yaşından itibaren annesinden nasıl makyaj yapması gerektiğini öğrenmişti. Kısacası her üç kadın da hayatlarının hızına rağmen kadın olmaktan vazgeçmediler. Kadın gibi bakıp kadın gibi yaşadılar.

İşte hayatları bu şekilde kesişen, aynı üniversitede benzer mücadeleler veren bu üç cumhuriyet kadınını 2009 yılında arka arkaya kaybettik. 6 Şubat’ta Minibaş, 18 Mayıs’ta Saylan, 30 Ağustos’ta Arın hayata veda etti. Adını hep yan yana duyduğum bu üç kadının adını yan yana getirince aklıma hep aynı şey geliyor.

Cumhuriyet ne kadar güzel kadınlar yetiştirmiş...

Türkel Minibaş: Doğan Avcıoğlu’nun yadigârı

TÜRKEL Minibaş, Nurten Hanım ile İhsan Bey’in çocuğu olarak dünyaya geldi. Çift, 1953 yılında doğan kızlarına “Türkel” adını verdi.

Türkel Minibaş, Peyami Safa’nın romanlarında muhafazakârlığı simgeleyen Fatih’te büyüdü. Kızını bir erkek gibi yetiştiren İhsan Bey, Minibaş’ın saçlarını uzun süre boyunca kısacık kestirdi. Akranları bebeklerle oynarken Minibaş, babasının etkisi ile kitaplara gömüldü.

Türkel Minibaş, küçük yaşta tiyatroya merak saldı. O dönem Müjdat Gezen ve Savaş Dinçel ile beraber şehir tiyatrolarında oynadı.

Fatih Kız Lisesi’ne gitti. 1970-71 döneminde okuldan mezun oldu. Okul yıllığında onun için şu satırlar yazıyordu: “Türkiye’yi kalkındırmak gibi ciddi emelleri olan Minibaş’a başarılar dileriz”.

Marmara Üniversitesi’nde İktisat Fakültesi’ne girdi. Üniversite yıllarında kafasında iki hayat amacı belirledi: “Akademisyen olmak ve Cumhuriyet Gazetesi’nde yazmak”. Üniversite yıllarında arkadaşlarına yazdığı mektupları Prof. imzası ile bitiriyordu. 1975’te mezun olduktan sonra İstanbul Üniversitesi’nde asistanlığa başladı. 1985’te doktor, 88’de doçent, 95’te profesör oldu.

26 Eylül 1994 tarihinde Cumhuriyet Gazetesi’nde yazmaya başlayarak bir hayalini daha gerçekleştirdi. Her pazartesi yazdığı köşesinin adı “Gözucuyla” idi.

Çocukluğunda erkek gibi yetiştirilen Minibaş, genç bir kız olduktan sonra cinsiyeti ile barıştı. Üniversite koridorlarında yaşlı hocaları tarafından hep yadırgansa da tırnaklarında hep ojesi, yüzünde hep makyajı vardı. Boynunda daima meşhur takıları bulunurdu.

Türkel Minibaş, 2007 yılında mide kanseri olduğunu öğrendi. Hastalığına rağmen 2009 Ocak ayı sonuna kadar derslerine devam etti. Öğrencilerine son sözleri “Hayatınız boyunca belkemiğinizi dik tutmanızı rica ediyorum” idi. Ocak ayı sonunda hastaneye yattı. Hastanedeki yatağında her sabah makyajını yapıyor, gazetelerini okumaya çalışıyordu. Gazeteye yazdığı yazı son kez 3 Şubat 2009’da yayınlandı. Yazı şu cümlelerle bitiyordu: “ABD vahşileştikçe silah gereksinimimizde kutsal müttefikimizle, İsrail’le olan varyetemiz daha renklenecek. Halkımız da bu varyeteyi dik durmak sanacak. Ne diyelim haydi hayırlısı!”
İktisatçı dostlarının “Doğan Avcıoğlu’nun yadigârı” dedikleri Minibaş, 6 Şubat 2009’da dünyaya gözlerini yumdu.

Gerçekten ölü olanlar hizmeti olmayanlardır

TÜRKAN Saylan, üç kadının içinde en çok tanınanıydı.

13 Aralık 1935’te doğdu. Annesi’nin ailesi Reimann’lar, İsviçre’den İngiltere’ye göç etmiş bir aileydi. Anne Lili Reimann babası Fasih Galip ile evlendikten sonra Leyla adını alarak Müslüman oldu. Müslüman olduktan sonra ailede tek oruç tutan kişi Leyla Saylan idi. Leyla, kocasının yanı sıra beraber oturduğu kaynanasından da baskı gördü.

Türkan Saylan daha o günlerde kadınların yaşadığı bu çarpıklığın farkına vardı. Ancak yine de kadın gibi davranmayı annesinden öğrendi.

Saylan herkesin umutsuzluğuna rağmen doktor olmayı tercih etti. Üstelik uzmanlığını “deri ve zührevi hastalıklar” alanında yaptı.

Henüz 22 yaşında, fakülteden arkadaşı Dr. Mustafa Özge ile evlenmeye karar verdi. Babası bu evliliğe razı değildi. Saylan, evlenmesi için nüfus cüzdanını vermeyen babasına: “Mevcut ve muhtemel tehlikeler karşısında seni uyarıyorum bana lütfen kâğıdımı ver” yazdı, evlilik gerçekleşti.

Türkan Saylan’ın bu evlilikten Çınar ve Çağlayan isminde iki oğlu oldu. Evliliği 1966 yılında son buldu. Kocası, şikâyetçi ve asabi bir kişiliğe sahipti. Doktorluk yüzünden sabahlara kadar nöbet tutan Saylan’ın evliliği yürümüyordu. Evlilik yıldönümlerinde “Senden bir şey istiyorum, artık beni boşa. Bana özgürlüğü ver!” dediği kocasından ilk ve son tokadı yedi. O tokat evliliklerinin sonunu ilan etti.

Türkan Saylan’ın çocuklarıyla varoluş mücadelesi bundan sonra başladı. Parasızlık nedeniyle kâh bir çatı katı kâh küçük bir daire olan evlerini çocuklarının okudukları okullarda yurt bulamayan çocuklara da açtı. İkinci evliliği de başarısız olan Saylan, hayatını mesleğine ve sivil toplum çabalarına verdi.

Tüm bunların arasında 1986 yılında göğüs kanseri olmuş, kanser lenf sitemine de sıçramıştı. Hemen ameliyat oldu ve yataktan kalkarak çalışmalarına devam etti. Ancak kanser onu bir kez de 2002 yılında karaciğerinden yakaladı. Saylan kanserle 2009 yılına kadar mücadele etti.
18 Mayıs 2009 tarihinde hayata gözlerini yumdu. Cenazesini büyük bir kalabalık taşıdı. Cenaze namazını kıldıran emekli Beyoğlu Müftüsü İlhan Özkes “Gerçekten ölü olanlar, insanlara hizmeti olmayanlardır” dedi.

İşçi sınıfı cennete gider

TÜLAY Arın, 1945 yılında Söke’de doğdu. İzmir Kız Lisesi’ni bitirdi. Ankara Üniversitesi Siyasal Bilgiler Fakültesi İktisat ve Maliye Şubesi’nden mezun oldu. 1976 yılında George Washington Üniversitesi’nde hazırladığı “Türk İmalat Sanayinin Yapısal Dönüşümü: Kamu-Özel Sektör Yatırımlarının ve Yatırım Teşvik Politikalarının Rolü” başlıklı çalışması ile iktisat doktoru unvanını aldı.

Arın, Türkiye’ye döndükten sonra ODTÜ’de 1976-77 yıllarında öğretim görevlisi oldu. 1977’de İstanbul Üniversitesi Maliye kürsüsüne asistan doktor olarak atandı. O yıllarda tanıştığı eşi siyasetbilimci Cengiz Arın ile yaşamının sonuna kadar beraber oldu. 1982’de yardımcı doçent, 87’de doçent, 94’te profesör unvanlarını aldı.

Üniversite yıllarında yaptığı çalışmayı Marksist olduğu için kabul etmeyeceğini ancak siciline işlememesi için bunun yerine “Yetersiz” yazacağını söyleyen bölüm başkanına: “Siz Marksist yazın, sicilimi kirleten öbürüdür” dedi.

Korkusuzdu. Asistanının ifadesiyle: “Ne başkalarının gücünün ne de insanın kendi güçsüzlüğünün insanı aptallaştırmasına izin vermezdi.”

Arın, 2005 yılında süresi gelmediği halde erken emekli oldu. Üniversitelerin mevcut yönetiminden rahatsızlığı bir yana akademide çok yakınındaki insanlara da kırıldı. O tarihten sonra politikaya da küstü. Yorgun, kırgın ve umutsuzdu. Kendi kabuğuna çekilmişti.

30 Ağustos 2009 günü aniden kalbi durdu. Onun ardından iktisatçı dostu Nail Satlıgan’ın şu sözleri belki de onun hayatını özetliyordu: “Elio Petri’nin unutulmaz sinema epiğinin adına bakılırsa ‘İşçi sınıfı cennete gider’ imiş. Bu doğruysa, bir işçi sınıfı aydını olarak Arın da ‘cennetmekân’ olmuştur. Ama benim bildiğim Arın orada da ne huri olur ne gılmanlara yüz verir. Petri’nin filminin bir başkişisi gibi, orada bu kez cennetin duvarlarını yıkmaya çalışır. Gerçek cenneti gökyüzünde değil, ait olması gereken yerde, yeryüzünde kurmak için...”

Fazıl Say ve Türkiye

Fazıl Say; MÜZİK-PARA-2010-VE AYDINLANAMAYAN TÜRKİYE ÜZERİNE.

Müziği hiç bir zaman "para" için yapmadım.Çünkü çok daha değerli bir şey için müzik yapmaktayım.
Şan - şöhret de değil; Hayatım boyunca azimle müzik yaptım; Mutluluk için. Tedavi için. Çok inandığım "insanlık duvarı" felsefesine, küçücük de olsa bir katkıda bulunabilmek için.
Torunlarımın torunlarının, soyadımızı gururla, erdem ile taşıyabilmesi için.
Bütün bir gezegende bir Anadolulu insanından üreme bir müziğinin de çalınması , dinlenmesi için...

Biliyormusunuz, zaten klasik müzikte öyle pop müzik dünyası , ya da entertainment dünyasında olduğu gibi büyük paralar da dönmez.
Biz klasikçiler, aslı şu ki, bütün bir yüzyıl boyunca ne milyonlarca plak (CD) satar olduk, ne de en geniş kitlelerce tanındık. Klasik müzik camiası çok daha kısıtlıdır.
Elittir veya snoptur demek yanlış olur.Gerçekten yanlış olur.
Ama "aydındır" diyelim.Aydın insanların dinlediği müziktir klasik müzik. Çünkü, bilim ve teknoloji misali, bu müzikte de ilerleme, atılım gözetilmiştir.
Tüketim kültürü değildir.Üretim kültürüdür.
Aydın insan Avrupada'da azınlık. Bu yüzden büyük büyük satışlar olmadı.Klasik müzikçi zengin değildir...
Mesela;
Klasik müzik 1970'lerde bütün müzik türleri plak satışları arasında pastanın %25 lik dilimini kapsamaktaydı. Gerisi pop idi.
1990'larda bu dilim %10'lara düştü.Pop %90 idi o sıralarda...
Şimdilerse ise, hakikaten sürünüyor, belki %3 bile değildir.
Ama bu bahsettiğim "pasta" da küçüldükçe küçülüyor.
Öyle ya;
İnternet çağı; Youtube, Facebook, Myspace.
Şimdi asıl pop dünyası zorda...
Artık tıkladığımız an her şeyi bulabiliyoruz hemde bedava fiyata, bu sorun belleğimizin bir tarafında kalsın,bir dönem geçişi ve elbet bir çare bulunacak.

Klasik müzikçiler plak - CD vb satışlarından hiç bir zaman kazanmamıştır demiştik.Klasik müzikde,Konserlerdir asıl olan.
Ama oradaki kazanç da öyle çok filan değildir.Daha çok salonun doluluğu ve bilet fiyatları ile ilgilidir.Düşünün ki, Münih'teki 1000 kişilik bir salon, bilet fiyat ortalaması da 30 euro olursa, toplam elde edilen gelir, o geceki konserden, 30.000 euro olmakta bir organizator için. Burdan daha , vergileri ,salon kirasını, o geceki tüm masraflarını,ve kendi karını da çıkarınca ; arda kalan sanatçının olmakta.
Dolayısıyle,hakikaten zannedildiği gibi büyük rakamlar değil.En meşhur klasik sanatçılar için de değil..

Geçenlerde yine gazetede gördüm, "İstanbul 2010" komitesi başkanı Şekib Algaviç , "Fazıl Say 230.000 Euro 'yu beğenmediği için İstanbul 2010 dan çekildi" beyanatı vermiş.
Bu tür lafları çok sık duymaya başladım.Kültür bakanı Ertuğrul Günay'da bu tür yalanlara sığınırdı Nazım Oratoryosu Konseri filan iptal ederkene...
Ve insan üzülüyor.
Tarkan konseri maliyeti 5 milyon euro idi.2010 açılışında... Büyük bir başarısızlıkla sonuçlanan bir konser organizasyonuydu...
Benim durumumun ise aslı şu;
14 konser yapacaktım...4 büyük konser. 10 tane de okullarda konser.
Yaklaşık 2 yıl önce "4 Mevsim 4 konser" başlıklı bir proje sundum 2010 komitesine.(Benden proje sunmam istendi)
Şöyleki;
1- İstanbul bestecileri
2- Fazıl Say "Haremde 1001 gece" keman konçertosu, Topkapı sarayında.
3-Fazıl Say , (İstanbul şairi Nazım adına) " Nazım Oratoryosu" Gülhane parkında
4- En son bestem "İstanbul Senfonisi" Türkiyede ilk seslendirilişi Lütfi Kırdar'da.

Bunlar, ben ve benimle beraber 800 müzikçinin performe edeceği 4 büyük konser idi.

Bir de İstanbul'un kenar mahallelerinde "Workshop"lar düzenleyecektim.10 okulda.
En ücra köşedeki çocuk da kültür ile tanışsın...
Aydınlansın... Bu yıl onun şehrinin "Kültür başkenti" olduğunu algılasın ; "Piyano -Keman-Klasik müzik-Caz" dinlesin, diye...
Ücret talep etmedim bu "10 adet Workshop" için.Hediyemdi...

İlk konser olan İstanbul bestecilerinde ise, hem Ulvi Cemal Erkin, Cemal Reşit Rey , İlhan Usmanbaş gibi çağdaş bestecilerin, hem de Dede Efendi, Itri gibi klasik türk bestecilerin olmasını düşünmüştürm..

Bütün bunlar menejerimin , komite ile yaptığı 17 toplantıdan sonra hiç bir yere varmadı.
Proje sunumu müzakereye dönüştü.
14 konser de, 2 konsere düştü.
Mayıs'ta "Haremde 1001 gece" ve Ekim'de "İstanbul Senfonisi" konserleri. İkisi de orkestralı konser.
"Biz size 230.000 euro verebileceğiz bu iş için" dediler...İş? Ben daha hediyelerimi de verememiştim çocuklara...
230.000 euro 2 konser için.
Gazetedeki, "Fazıl Say'ın beğenmediği 230.000 euro"..
230.000 euro bize hayli büyük bir para, bizi aşar... "Parası için yapmıyoruz" dedik.

Peki ne bu 230.000 Euro?

230.000 Euro, KDV ve Stopaj vergilerinden düştüğünde 160.000 Euro etmekte.
Bu konserler için gerekli olan orkestra ( Borusan Orkestrası) bir konser için 50.000 Euro istemekte.Yani ikisi için 100.000 Euro.(110 müzisyen, her konser için 5 gün prova yapacak, bölerseniz bu para çok değil müzisyen başına.480 Euro gibi bir şey ,10 prova bir konser için, müzisyen başına..)
Elde kaldı net, 60.000 Euro..
Bu konserleri yönetecek şefler, Keman Konçertosu "Haremde 1001 Gece"nin solisti , dünya yıldızı, Patricia Kopatchinskaja, ve de İstanbul Senfonisindeki extra türk çalgıcıları ücretleri, ve bu konserlerde piyano konçertoları çalacak olan Fazıl Say... Onların zihniyetinde,Bu 60.000 Euro'yu bölüşecektik...

Ama dedim , benim sorunum para değil..Bölüşürdük , bülüşülürdü bu para yapılırdı..Ama niye?
İstanbul 2010 Toplam bütçesi 400 milyon Euro.. Kimler ne paralar aldı bilinmemekte...Araştırılmalıdır!!
Sadece Tarkan konserine 5 milyon Euro..Kim ne aldı ? Araştırılmalıdır!!
Burada , bize gelince,gerçek müzikçiler bir kaç bin Euro hesabını yapacaklar , aralarında üleşecekler filan Ayıp bu..
Siz söyleyin; Niye devam edelim bu ayıbı yapanlarla?
Bu "arda kalan" fiyata da, emin olun ki, Avrupa'da 3000 şehir kasaba köy vardır, bir " Fazıl Say konseri" organize etmeyi hedefleyecek. Yularıda anlattım Avrupa'da nasıl işlediğini...

Bir "İstanbul 2010 kültür Komitesi" düşünün , kendi şehrinde yaşayan bir dünya sanatçısını, hem de onun "İstanbul Senfonisi"nin Türkiye Premierini , illaki görmezden gelmek istedi...
Bir basit , güzel , müzik projesini yapmamak, sorun çıkarmak istedi ... Kıstıkça kıstı. Erittikçe eritti...
İstanbul Senfonisi bir başka kültür başkenti olan Dortmund'da çalınacak.
Bana bir şey yanlış geliyor size de geliyor mu? İstanbul Senfonisi siparişini kimin vermesi gerekirdi sizce?

Bütün bunlar muhtemelen hükümete muhalif tavırlarım yüzünden...
Sorun burada.
14 konserin 2 ye düşmesi beni kızdırdı.
Uğraştırmaları, bize vakit kaybettırmeleri beni kızdırdı , bir türlü aydınlanamamaları beni kızdırdı,ve çekildim..

230.000 euro yu beğenmememizin hikayesi buydu..

Bu " paracı Fazıl Say " tiplemesi iğrençleşti..O kadar iğrençleşti ki, 2014 de ilk seslendirilişi yapılacak ilk Opera'mı Almanca besteleyeceğim.. Çünkü Opera da pahalı zanaat.400 ki,şilik proje.. Ve yine Fazıl Say 700.000 euro istedi tartışmasına girmek istemiyorum saçma sapan insanlar ile.. Dünyanın her yerinde de çalınacaktır..Sorun değil..
Bu ama , bir hükümetin yarattığı ötekileşmenin çok ciddi bir boyutu bence...
Yıllar sonra beni anladıklarında anlarlar bu olayları...

Şunu kafasına iyice sokmalı bazıları :BEN PARA İÇİN MÜZİK YAPMIYORUM!!!!

Bu yıl 130 konserim var. Hiç birinde menejer ve konser organizatörü arasındaki müzakerelerin ne olduğunu bilmem bile. Niye bilinsin ki? Aradaki müzakere? Kimin umurunda?Bunu gazetelere yansıtmak ise iyice iğrenç,tamamen etik dışı ve aslında mahkemeye verme sebebi...
Biliyormusunuz, Paris'te, Dortmund'da , Hamburg'ta , Merano'da Fazıl Say festivalleri var 2010 yılında. Hiç birisinin "bütçesi nedir?" sormadım bile..Bu organizatorler için Önemli olan kültür çünkü...

Bir keresinde başbakan yardımcısı açıkça, "FAZIL SAY GİTSİN ONA İHTİYACIMIZ YOK!" demişti.
Kovulmuştum...
Sonrasında da "zırnık koklatmama" taktiği.
"Aferin" almıştır bunu yapan ,bizi sindirmeyi, bezdirmeyi, elleri açık üzgün bir şekilde bırakmayı başaran..Aferini almıştır yukarıdan..
.En yukarıdan...

Tekel'de soygunu yapan kim? - .NECATI DOGRU

ANKARA'da , ÖNCE GASP EDİP, BUGÜN ÖLÜMÜ BİLE GÖZE ALARAK 50 GÜNDÜR YAPTIKLARI ONURLU DİRENİŞ KARŞISINDA TOPLUM BASKISINDAN ÇEKİNEREK, HAKLARINI VERME LÜTFUNDA (!) BULUNDUKLARI TEKEL İŞÇİLERİNE; HAZIRLANAN AKP nin TEKEL SENARYOSUNUN BİRİNCİ PERDESİ .......

.......

Dedi ki!
Geçen yazıyı yazdığımda ben ülkenin dört bir yanından çıkıp gelmiş arkadaşlarıyla birlikte “kendini ifade etme protestosu yaptığı” çadıra gitmiş, onu dinlemiştim. Bu sefer o beni telefonla aradı. Sesinde “işinin ve ekmeğinin hakkını” savunmanın yüksek soyluluğu, kararlı diklenişi, yıkılmaz asaleti vardı.

Dedi ki yaz:

Başbakan “Devletin kasasını TEKEL işçisine soydurmayız” diyor ya aslında “Devletin kasasını TEKEL işçisine soydurmayız, biz soyarız” demek istiyor.

Sana belge sıralıyorum.

Dedi ki yaz:

Belge 1:

TEKEL’in alkol fabrikalarının sahibi Alkollü İçkiler Sanayi ve Ticaret A.Ş.’nin bilançosunda borç olarak görünen 300 milyon lira, devirden bir hafta önce silindi. Bu borç TEKEL Genel Müdürlüğü hesabına aktarıldı. Yani borç devlette kaldı, fabrikalar borçsuz satıldı. 300 milyon lira, o dönemin kurlarına göre yaklaşık 250 milyon dolar eder. Yüksek Denetleme Kurulu Başdenetçisi Şenol Sarrafi, 300 milyon liralık borcu satıştan bir hafta önce silip, alıcıya değil devletin sırtına yüklemenin hukuka aykırı olduğunu 2004 yılı raporlarında yazdı. Meclis KİT Komisyonu’na taşıdı. 35 milletvekilinin, Başbakan’ın ve Maliye Bakanı’nın haberi oldu ama soygun önlenemedi.
***


Dedi ki yaz:

Belge 2:

TEKEL’in rakı ve şarap fabrikaları 2004 yılında 292 milyon dolara özel bir yerli şirkete satıldı. Fabrikaları 292 milyon dolara alanlar, bunları 2006 yılında 950 milyon dolara bir Amerikan şirketine sattılar. TEKEL’in fabrikalarının “daha satılırken soydurulduğunu” bütün gazeteler yazdı, milletvekillerinin, Başbakan’ın ve Maliye Bakanı’nın haberi vardı ama soygun yapılmış oldu.
***


Dedi ki yaz:

Belge 3:

TEKEL’in 5 sigara fabrikası, kentin merkezinde (Adana-Malatya-Tokat-Bitlis-Samsun) kalmış geniş, değerli arsalarıyla 1 milyar 720 milyon dolara yabancı şirkete satıldı. Bu fabrikalardan sadece Samsun Ballıca’nın yıllık faaliyet kârı 600 milyon TL idi. Sadece Samsun Ballıca fabrikasının 4 yıllık kârı karşılığı, 5 fabrika arsalarıyla yabancıya verilmiş oldu. Bu bilgiler Yüksek Denetleme Kurulu raporlarında yer aldı ve Meclis KİT Komisyonu’na getirilerek Başbakan, Maliye Bakanı, 35 milletvekili haberdar edildi ama sonuç değişmedi.
***


Dedi ki yaz:

Belge 4:

Sigara fabrikaları satılırken; toplumun bilgisinden kaçırılarak alıcıya kınalı kıyak yapıldı. İşlenmiş A grad ve B grad tütünlerden 25 bin ton (25 milyon kilo) tütün hediye edildi. Bu tütünün kilosu ortalama 5 dolar olduğuna göre, fabrikaların yeni alıcısına devletin deposundan 125 milyon dolar soydurulmuş oldu. Bunun hukuka uygun olmadığı Denetleme Kurulu raporlarında yer aldı, Meclis’te 35 milletvekili ile Başbakan ve Maliye Bakanı’na bildirildi.
***


Dedi ki yaz:

Belge 5:

Dünyanın en iyi tütünü işlenmiş A grad Türk tütünüdür. TEKEL, bu tütünleri Türk tütün üreticisinden kilosu ortalama 2.5 dolar ile 3 dolar arasında bir fiyata alır, kilo başına 50 cent işleme masrafı yapar ve elini öpene 7 dolara satardı. TEKEL özelleştirilme aşamasına girince bu tütünleri yine üreticiden 3 dolara almaya devam etti fakat kendisi 18-20 milyon dolar harcayarak teknolojilerini yenilediği kendi Yaprak Tütün Fabrikaları’nda işlemek yerine sayısı 25-30 olan tüccara kilosu 1 dolara satmaya başladı. Yani şu anda bile kilosunu 3 dolara üreticiden aldığı tütünü 1 dolara tüccara veriyor, tüccar TEKEL’den 1 dolara aldığı tütünü 50 cent işleme masrafı yaparak 7 dolara yabancıya elini öptürerek satıyor. Bu bilgiler de Yüksek Denetleme Kurulu raporlarında yer aldığı için 35 milletvekili ile Başbakan ve Maliye Bakanı tarafından biliniyor.

Dedi ki belgelere bak.

Ve halk uyansın diye otur yaz: Belgeler, “Devletin kasasını Tekel işçisine soydurmuyorlar fakat kendileri soyuyorlar” diye bağırıyor.