11 Haziran 2010 Cuma

Yılmaz Ozdil yazmıs - AB'ye nereden girelim

43 (kırküç) yıldır sorulmayan soru: "AB için referandum yapılsın mı?". Madem millet için AB'ye girmek istiyorsunuz... Yetti artık, emrivaki... Millete sorun: İstiyor mu, istemiyor mu?

Çünkü benim bildiğim, AB'nin bir numaralı kriteri, millet ne istiyorsa, onu yapmak.. Aksini değil.

Bu nedenle onlar kendi milletlerine sordu... İsteyen girdi, istemeyen girmedi. Mesela, Norveç... Seçilmiş bir hükümet vardı iktidarda. Yani milletten "yetki" almıştı. Ama buna rağmen, referandum yaptı. "Hayır" dedi millet... Girmediler.Bir zarar gördüklerini de, görmedim.

Peki ya biz?

İlk başvuru, 1959'da.

Menderes... Rahmetli...

Kimseye başvurdu mu, "başvuralım mı, başvurmayalım mı" diye? Başvurmadı.

Başvurmadan başvurdu...

Sonra?
Hatırlayın... Demirel, Ecevit, Özal, Yılmaz, Çiller...

Hepsi birer defa girdi AB'ye...

Hepsi, ayrı ayrı kutlama yaptı AB'ye girdiğimiz için. E baktı ki millet, bir yere girdiğimiz falan yok... "N'oluyor" demeye kalmadı...

Tayyip Erdoğan iki defa daha girdi.

Patlattığımız havai fişeğin haddi hesabı yok, AB'ye girdiğimiz için.

En fazla defa biz girdik! Ama hâlâ dışardayız.

Hatta, dışarda bi tek biz varız. Bu arada bize giren girene...

Ve işte bugünkü soru... Siyasilere değil, size. Herkes kendine soracak. Herkes kendine verecek cevabı...
1963 Ankara Anlaşması'nı milat kabul edersek... Dile kolay, 43 yıldır... Ekonomiden hukuka, tarladan gökyüzüne, aklınıza gelen gelmeyen her konuda "AB'ye
uyum için" yasa çıkardık.
Hayatınızda olumlu yönde ne değişti? Size ne faydası oldu?

Çünkü şöyle bir manzara var.
Çıkarılan AB'ye uyum yasaları... Bölücüye yaradı. Apo'ya yaradı. Fehriye'ye yaradı. Köktendinciye yaradı. Takıyyeciye yaradı. Diasporaya yaradı. Rum'a yaradı.Cariaçığayaradı.Kapkaççıya yaradı.
Katile, ite, uğursuza yaradı.

Peki...
Aynı AB'ye uyum yasalarının...Vergisini ödeyen, karıncayı incitmeden hayatını sürdürmeye çalışan, yargıya güvenen, devletini seven, bayrağına saygı gösteren, namuslu, yurtsever vatandaşa nasıl bir faydası oldu?
Açalım biraz...

Bu nasıl ortak?

Sınıflar sardalya kasası gibi... 60'şar 70'şer kişi sığışıyor çocuklarımız. Öğretmenlerimiz, ameleden az kazanıyor.

Bu şartlarda AB'ye girmemiz mümkün mü?

Değil.
Peki siz hiç, bugüne kadar Avrupa Birliği'nin bir defa olsun, "bu sorunu çöz, çözmezsen olmaz" dediğini duydunuz mu? Ben duymadım.

Ama eğitimle ilgili ne duyuyoruz hep?

"Ruhban Okulu'nu aç."

Sabahın 4'ünde giriyoruz hastane kuyruğuna... Kalp ameliyatına bile 6 ay sonraya gün veriliyor...

Temel insan hakkımız yok yani! "Al şu fonları, hastane aç" diyor mu? Demiyor... Ne diyor? "Limanları aç."
Bayramda 104 kişi daha öldü. Her yıl küçük bir Avrupa kenti kadar insanımız yollarda heba oluyor. "Yollarını düzelt" demesi gerekmez mi? Gerekir... Ama o ne diyor? "Ermenistan' a yol aç."
Resmi olarak 2.5 milyon, gayriresmi olarak 10 milyon işsiz var Türkiye'de. Fas'ın Tunus'un Cezayir'in işsizini alıyor. Bize duvar. Bi tek kimi alıyor bizden? PKK'lıyı. İşçi suçlu. Terörist mağdur.
Bölücü posteri taşıyana "dokunma" diyor. Atatürk posteri asana "indir onu" diyor.
AB üyesi İngiltere, kendi genelkurmay başkanına göre bile, "elalemin ülkesinde işgalci." Çıt çıkmıyor. Bizim asker, "kendi toprakları üzerinde" uçak uçuruyor... Şiddetli itiraz. Kınama.

El ele verip, Çanakkale'den Antep'e, İzmir'den Urfa'ya,katlettikleri Türk'ün haddi hesabı yok. "Soykırımcısın" diyor. "Değilim" demek yasak üstelik.

Kendi ülkesinin şartlarına göre kanun çıkarmakla yükümlü olan Meclis, "tercüme bürosu"na döndü... Trafik suçu bile işlenmeyen ülkelerin kanunları bire bir Türkçe'ye çevriliyor.
Sonra ne oluyor? İt, uğursuz kol geziyor. Namuslu vatandaş korku içinde.
Farz edelim, Akmerkez'e gittiniz. Üstünüz aranıyor mu? Aranıyor... Çocukların bile aranıyor. Ama polis, şüphelendiği bir kişinin üstünü arayabiliyor mu?
Arayamıyor.
Neden?
Çünkü artık, hakim kararı gerekiyor.

Akmerkez'deki güvenlik görevlisinin hakim kararına ihtiyacı yok... Devletin polisinin hakim kararına ihtiyacı var. Buna "AB'ye uyum" deniyor.

Tatile gideceksiniz...
Mesela, Belçika'ya.

Vize vermek için, tapu istiyor, banka cüzdanı istiyor, gidiş-dönüş uçak bileti istiyor, kalacağın otelin rezervasyonunu istiyor, şimdi yeni moda çıktı, kulaklarını gösteren fotoğraf istiyor.
Ama Fehriye orada.

Hâlâ bir terslik yok mu burada?
Cumhuriyet 83 yaşında...

AB kaç yaşında?

"AB için referandum yapalım" dedik... Ali Kemaller çok kızdı. Devam o zaman...

Temel sorun şu aslında... Yıllardır diyorsun ki, "AB, AB..." E görüyorsun ki, iş boka sarıyor. Şimdi çıkıp, nasıl diyeceksin... "Bu iş yanlışmış." Nasıl diyeceksin?

İnsanın, yanıldığını kendisine bile itiraf etmesi zordur. Ama yanıldıkları nokta, AB değil. "Türkiye'yi adam edecek" bütün güzelliklerin, ancak ve sadece, "dışardan gelebileceğini" sanıyorlar. "Bizi kurtarsa kurtarsa, yabancılar kurtarır'' zannediyorlar.
Yanıldıkları nokta bu.

Zihniyetlerinin dedeleri de, İngiliz Muhipleri Cemiyeti'ydi... Amerikan mandacılarıydı. Hatta, başka versiyonlarını da yaşadık, yakın geçmişte...

Hatırlayın...

Sovyet'e sarılmıştı çoğu. Kendi devrimine dudak büküp, elalemin devrimini alkışlıyorlardı. Gorbaçov çıktı, pardon dedi... Harç bitti, yapı paydos, herkes yoluna...

Ayazda kalakaldılar!

Savruldular.
Kimi "eşitlik meşitlik" falan derken, en vahşi patrondan daha kapitalist oldu... Kimi daha düne kadar Allah'a bile inanmazken, takke taktı kafasına.
Nereyi tuttularsa, kurudu!

"Yabancıların" becerebileceğine inandılar... Mustafa Kemal'in "kalıcı" olabileceğine inanamadılar bir türlü. Bakar kör çünkü bunlar. Görmüyorlar. Ama dünya görüyor... Geçen yüzyıldan bu yüzyıla "ayakta geçmeyi başaran tek ideoloji" O ufak tefek, sarışın adamın devrimi oldu. İlelebet payidar.
Ben de şunu görüyorum naçizane... Ve gurur duyuyorum... Bunlar nereye sarıldıysa, kurudu. Ama özellikle lise ve üniversite gençliğimizin yüreğinde yeşeriyor Kemalizm hergün... Her genç, yeni bir fidan... Kökleri Asya'da, dalları Avrupa'da, yaprakları ABD'de Avustralya'da.
Bu gençlerden cesaret alarak, soruyorum...
Cumhuriyet 83 yaşında.

AB kaç yaşında?

Milletlerin ömrüne bakacaksak eğer...

Bizim devletimiz varken, bunlar mağarada yaşıyordu, mağarada. Sen kime akıl öğretiyorsun? Hıyarağası!
Asabım bozulduğu için ağzımı bozdum, kusura bakmayın!

10 Haziran 2010 Perşembe

TÜBİTAK Başkanı Sayın Prof. Dr. Nüket Yetiş’e Açık Mektup

Ali Nesin
İstanbul, 7 Haziran 2010

Sayın Prof. Dr. Nüket Yetiş,

Sorumlusu olduğunuz TÜBİTAK’tan şikâyetçiyim. Sadece ben değil, matematikçi ya da değil, tanıdığım herkes şikâyetçi. Ben kendi dertlerimi size anlatmak istiyorum. Eğer isterseniz diğerlerinin dertlerini kendilerine sorup dinlersiniz.



Sayın Prof. Dr. Nüket Yetiş,

Basından mutlaka takip etmişsinizdir: 2007 yılında Şirince’de dağ başında, Nesin Vakfı bünyesinde bir “Matematik Köyü” kurduk. Kereste, taş, çamur ve samandan yapılmış geleneksel tarzda evleriyle, taş kaplanmış avluları ve daracık serin sokaklarıyla, çardakları, amfitiyatrosu, sadeliği ve içtenliğiyle, herkesin ilk bakışta âşık olduğu dünya güzeli yemyeşil bir köy oldu.

Halkımızın maddi katkısı ve emeğiyle kurduk bu köyü. Çoluk çocuk ve gönüllüler çalıştı inşaatında. Tam bir imece ürünü. Başka türlüsü de olamazdı zaten, biz günü gününe yaşayan mütevazı bir vakıfız.

Hiçbir maddi çıkar gütmeden bireysel çabalarımla 1998’ten beri her yaz düzenlediğim matematik yazokullarını artık Matematik Köyü’nde yapıyorum.
Her yaz 500 dolayında liseli ve üniversiteli genç Matematik Köyü’nde dünya çapında matematikçilerle ve olağanüstü bir matematikle tanışıyor.
Söylemeye gerek var mı? Bu öğrencilerin büyük çoğunluğu dar gelirli ya da yoksul.

Dünyanın her yerinde böyle bir girişim devlet tarafından desteklenir.
Biz de projelerimizi desteklemesi için doğal olarak TÜBİTAK’a başvuruyoruz. Bu yıl da 11 yazokulu projemizin 7’sine maddi destek vermesi için TÜBİTAK’a başvurduk. Tüm projelerimizi desteklemeyeceğini deneyimle bildiğimizden, sunduğumuz projelerin iki ya da üçünü desteklerse, bu destekle diğer projelerimizi de yürütebileceğimizi düşündük.

TÜBİTAK, 7 projemizin 7’sini de reddetti!



Sayın Prof. Dr. Nüket Yetiş,

İzin verirseniz devam etmeden önce TÜBİTAK’la ilgili bir anımı aktarmak istiyorum.

Bundan bir iki yıl önceydi. Matematik Köyü’nde liseliler için bir proje tasarlayıp TÜBİTAK’a sunmuştuk.

Bir zaman sonra bir yazı geldi TÜBİTAK’tan. Ankara’ya gelip projeyi panelistler, yani hakemler önünde anlatmamı istiyorlardı.

“Herhalde bu herkese yollanan bir yazı, panelistler proje sunan, ama tanımadıkları, güvenmedikleri lise öğretmenlerini yakından tanımak için böyle yapıyorlar, herhalde bu davet bana yönelik değildir,” diye geçirdim içimden.

Gene de emin olamayıp TÜBİTAK’a telefonla sordum. Benim de projemi panel önünde anlatmam gerekiyormuş... Projede her şey anlaşılmazmış...

Oysa projemizde her şey yazıyordu, ne eksik olabilirdi ki, nesi anlaşılmayabilirdi ki?

Randevu verilen gün ve saatte bir işimin olup olmadığı da sorulmamıştı.
Gitmek zorundaydım. Yol parasını da ödemiyorlardı. İşimi gücümü bırakıp İstanbul’dan Ankara’ya, TÜBİTAK’a gittim. Bekleme odasında bir süre bekledikten sonra panelin önüne çıktım.

Başkan ortayaşlı bir hanımdı. İkinci başkan, ya da panelin ikinci etkili ismi Darwin skandalında da adı geçen Sayın Çiğdem Atakuman’dı. Diğer beş panelist 20’li yaşlarda gencecik insanlardı. Elli yaşında bir profesörü İstanbul’dan Ankara’ya getirterek huzurlarına çağırmakta hiçbir beis görmemişlerdi.

Başkan sözü aldı:

- Ali Bey, dedi, ben projeleri önceden okumam. Bana projenizi
anlatır mısınız?

Biliyorum inanılır gibi değil ama aynen böyle söyledi. Sayın Çiğdem Atakuman o günü anımsar sanıyorum, kendisine de sorabilirsiniz.
Dayanamayıp bunun nedenini sordum.

- Çünkü projelerden habersiz geldiğimde çok ilginç sorular
soruyorum, başkalarının hiç dikkatini çekmeyen şeyleri görüyorum... Öyle değil mi arkadaşlar? diye sorup etrafındaki gençlere baktı onay bekleyerek.

Diğerleri, nerdeyse tek bir ağızdan,

- Evet efendim, öyle efendim, dediler, çok ilginç sorular
soruyorsunuz...

Neden çağrıldığımı anlamıştım. Bu saygısızlık karşısında bana sadece susmak düşüyordu.

Projeyi anlatmam istendi. Anlattım. Başkan,

- Ali Bey, dedi, derslerinizde soracağınız sorulardan birkaçını
rica edebilir miyim?

En ilginç bulduğum birkaç soruyu söyledim. Kısa bir sessizlik oldu.
Başkan etrafına bakındı. Herhalde kendisinden soruların yanıtlarını beklediğimi sanmış olmalı ki, sinirli sinirli gülümseyerek,

- Eskiden olsaydı bunların hepsine şıp diye cevap verirdim,
dedi, ama unuttum bu konuları şimdi...

Oysa sorularımın hepsi değme matematikçiyi zorlayacak sorulardı. Kendim uydurduğum bu soruların bazılarının yanıtını bulmak için günlerce düşünmüştüm. Bazılarınınkini de hiç bulamamıştım... Ben sadece “ne kadar güzel sorular değil mi, güzel olduklarını teyit edin, heyecanımı paylaşın” anlamına bakmıştım panelistlerin yüzüne. Oysa onlar soruları bile anlamamışlardı.

Başkan devam etti konuşmasına:

- Ali Bey, dedi, biz sizi araştırmacı olarak çok iyi biliyoruz,
tanınmış bir araştırmacısınız ve konunuzda belli ki çok iyisiniz, ama eğitimci olarak biz sizi hiç tanımıyoruz. İyi bir araştırmacı olmak demek illa iyi bir eğitimci olmak anlamına gelmez... Bu projede başarılı olacağınızı nasıl bilebiliriz ki?..

Bu aşamada projemi reddetmeye niyetli olduklarını anlamıştım. Son bir umutla kendimi savundum:

- Ama ben 5 yıldır liselilere yönelik Matematik Dünyası diye bir
dergi çıkarıyorum... Derginin her sayısı on bin satıyor...

Etrafına bakınıp,

- Öyle mi? Bilmiyordum... dedi.

Diğerleri “evet öyle” anlamına baş salladılar.

- Ayrıca, diye ekledim, 20 küsur yıldır onlarca kez basılmış 5-6
tane popüler matematik kitabım var...

Gene etrafına sorgulayıcı bakışlar attı.

Diğer panelistler gene “evet öyle” anlamına başlarını salladılar.

- Ayrıca haftada en az bir kez bir ilkokula, bir liseye konuşma
vermeye giderim...

Başkan konuyu değiştirdi:

- Ali Bey, dedi, bizim konseptimiz daha çok eğlence ve oyun
içeren projeler...

- Olabilir... Benim konseptim de böyle... Farklılık güzel şeydir...

- Ama biz bu tür projelere destek vermiyoruz, bizim konseptimize
uymuyor...

- Afedersiniz ama burası sizin konseptinizi destekleme derneği
değil. Sizin konseptiniz yazmıyor şartnamede.

- Üzgünüz...

Ayağa kalktım, kapıya doğru yönelirken,

- Destekleseniz de desteklemeseniz de bu proje gerçekleşecek,
dedim sinirli sinirli. Bu projeyi desteklemek sizin için ancak bir onur olabilir...



Projem desteklenmedi elbet. Ama hiç olmazsa bu vesileyle bir panelist grubunuzla tanışma fırsatım oldu.

Geçen yıl olduğu gibi bu yıl da TÜBİTAK’a sunduğumuz tüm lise ve lisans yazokulu projelerimiz reddedildi.

Geçen yıl hiçbir red gerekçesi gösterilmemişti. Bu yıl ısrarlarımız ve konunun basına yansıması karşısında red gerekçeleri sunuldu.

Gerekçelerin bir kısmı yersiz, bir kısmı dayanaktan yoksun, bir başka deyişle her biri aslında bir bahane.

Örneğin gerekçelerden biri, derslerin günün hangi saatinde yapılacağının belirtilmemesi. Alay gibi! Şartnamede olsaydı onu da yazardık ama yazmıyordu. Aklımıza da gelmedi doğrusu.

Bir başkası, ve bana en ağır geleni, Matematik Köyü’nü benim kurmuş olmam ve yönetmem ve orada yapılacak ve benim de yer aldığım bir projenin desteklenmesinin etik olmadığı!



Sayın Prof. Dr. Nüket Yetiş,

Projelerimizin desteklenmesi için, Matematik Köyü’nde matematik
öğretmemem gerekiyormuş!

Hayatımın iki yılını ve varım yoğum her şeyimi verdim bu Köy’ü kurmak
için. Başıma gelmedik bela da kalmadı. TÜBİTAK bu çabalarımdan dolayı
beni kutlamak yerine, Köy’de yapılacak olan ve benim de yer aldığım
projelere destek vermenin etik olmadığını söylüyor...

Hayatını matematiğe ve matematik eğitimine adamış biri Matematik Köyü
yerine tatil köyü ya da dersane mi kurmalıydı? Panelistler Türkiye’de
nasıl para kazanılacağını bilmiyorlar mı?



Sayın Prof. Dr. Nüket Yetiş,

Kurumunuzun reddettiği projelerin her biri birer mücevher değerindedir.
Sadece Türkiye’de değil, dünyada bu projelere eşdeğer bir proje kolay
kolay bulunamaz. Özür dileyerek söylüyorum, ama gerçek bu: Bu projeleri
haklı ya da haksız gerekçelerle reddetmek kimsenin haddi değildir.
TÜBİTAK’ın bu projeleri öpüp başına koyması, destekleyecek bütçesi
yoksa, başbakana, cumhurbaşkanına çıkıp örtülü ödenekten yalvar yakar
para istemesi gerekir!

Reddedilen projelerimizin değerini anlayacak kadar matematik
bilmiyorsunuzdur muhtemelen, zaten bilmek zorunda da değilsiniz.
Herkesin konusu ayrı. Bana inanmayın ve lütfen bir bilene, bir anlayana
sorun. Konuyla hiçbir ilgisi olmayan ya da yönlendirilmiş
panelistlerinize değil ama.

Son olarak Sayın Prof. Dr. Nüket Yetiş, tüm içtenliğimle şunu söylemek
istiyorum: TÜBİTAK’tan destek almamamıza değil, TÜBİTAK’ın destek
vermemesine üzülüyorum!

Saygılarımla,

Ali Nesin