28 Ekim 2010 Perşembe

Gorme engelliler icin okullar

Turkan SABANCI adına yaptırılmış tam donanimli bir okul var, gormeyen cocuklar icin. Hatta aralarinda zeka yonunden kusurlu ama egitilebilir ancak gormeyen cok sayida cocuk da var. Istenirse, yatili bolumu de var. Ama ogrenci sayisi kapasitesinin altindaymis. ..
Yer: Uskudar
Tel: 0-216-310 49 12 0-216-310 49 12
Mudur: Feyzullah GULER

Veysel VARDAL Gorme Engelliler Ilkogretim Okulu.
Yer: Sariyer
Tel: 0-212-201 12 92 0-212-201 12 92
Mudur: Muzaffer TEN
Bu okullar ogrenci azligindan kapanma tehlikesi icinde. Oysa kimbilir, bu imkanlara muhtac kac cocugumuz var cevremizde.
Bize dusen gorev, bu cocuklarimizi bulup bu imkani onlara ulastirmak.


Charles Darwin demis ki

Bilim ve sanat, bir kuşun iki kanadı gibidir.

Bu iki kanadı kullanabilen toplumlar uçar ve özgür olurlar. Uçamayanlar ise tavuk olur...

"Tavuk toplum", önüne atılan bir avuç yemi gagalarken, arkadan yumurtalarının alındığının farkında bile olmaz! ...

20 Ekim 2010 Çarşamba

Çetkoder'den mesaj - Yaşlılar ve GERIATRI

Çevre Ve Tüketici Haklarını Koruma Derneği (ÇETKODER) Genel Başkanı Mustafa Göktaş, "gelişen teknolojiye paralel insanların sosyal yaşamları da farklılaştı. Kendi nesline, ırkına, cinsine acımayan bir nesil ile karşı karşıyayız. Kentler büyüdü. Metropol kentler, Büyükşehirler doldu taştı. Sağlıklı yaşam alanında Tüketiciler için yeni düzenlemelere ihtiyaç var" dedi.

Çevre Ve Tüketici Haklarını Koruma Derneği (ÇETKODER) Genel Başkanı Göktaş, "Sabah kalkıyorsunuz bakıyorsunuz Hastanelerin bahçesine, cami önlerine, sokak ortalarına, huzurevi yanlarına yaşlı bakıma muhtaç insanları bırakıp gidiyorlar. Bu acı tabloyu her yerde görmek mümkün. Bütün büyük kentlerde artık bu tablolara şahit oluyoruz. 65 yaş üstü insanlarda meydana gelen sağlık sorunları nedeniyle kişiler kendisine bakamayacak duruma geliyor. Kimisi altına kaçırıyor, kimisi aklını oynatıyor. İmkânları olmayan aileler yakınlarını getirip sokağa bırakıp gidiyor. Bunların tedavisi, bakımı ve hayatlarının devamı için devlet, millet, Yerel yönetimler el ele vererek ülke geneli başta büyük kentler olmak üzere geriatrik rehabilitasyon merkezlerinin sayısını arttırmalıyız. Belediyeler eli ile Devlet desteği de oluşturularak Düşkünler yurdu, kimsesizler yurdu gibi yerlerinde sayısını arttırmalıyız. Ülkemizde var, ancak çok az sayıda. Yeterli değil. Bu sosyal yarayı el birliği ile sarmalıyız. Unutmayalım hepimiz bir gün yaşlanacağız. Bu hastalıklar gelip bizleri de bulacak. Bizleri bulmadan çaresini, çözümünü bulalım. Bu bir hastalık... İnsanların sağlıklı yaşam hakkı adına, insanca yaşamları hakkı adına yürek birliği yapmalıyız" dedi.

Bakın size Geriatri ile ilgili detaylı, önemli tıbbi, ilmi bilgiyi Sn. Prof. Dr. Servet Arıoğul'un kaleminden aktaralım. Sn. Arıoğul bu husus ile ilgili şu tespitleri yapıp açıklayıcı izahat da bulunmuştur. Yazının lingi şudur: http://www.geriatri.hacettepe.edu.tr/soru/geriatri.doc

İşte o bizleri aydınlatan ilmi açıklaması:

(Geriatri nedir? Amacı nedir?
Geriatri; 65 yaş ve üstü hastaların sağlık sorunları, hastalıkları, sosyal ve fonksiyonel yaşamları, yaşam kaliteleri, koruyucu hekimlik uygulamaları ve toplum yaşlanması ile ilgilenen bilim dalı olup iç hastalıklarının bir yan dalıdır. Geriatrist ünvanı hekimlere 5 yıllık iç hastalıkları uzmanlık eğitimi üzerine, 3 yıllık geriatri yan dal eğitiminden sonra verilmektedir. Geriatrist; görev tanımına uyacak şekilde; hemşire, fizik tedavi uzmanı, diyetisyen, sosyal hizmet uzmanı ve mümkün ise psikolog ile birlikte çalışmalıdır. Hacettepe Tıp Fakültesi Geriatri Ünitesindeki çalışma bu şekildedir. Geriatrist gerekli gördüğü durumlarda ilgili ana bilim dalları ile örneğin psikiyatri, nöroloji, fizik tedavi, göz, üroloji ile görüş alışverişi yapar. Sonuç olarak amaç; yaşlının sağlığını korumak, hastalığında tedavi etmek, bağımsız olarak yaşamını sürdürmesine yardımcı olmak ve yaşam kalitesini yükseltmektir.
Geriatrik bir değerlendirme nasıl yapılır?
Çok kapsamlı bir iç hastalıkları hikâye alma ve fizik muayenesine ek olarak; banyo, giyinme gibi temel günlük yaşam aktiviteleri; telefon kullanma, alışveriş, yemek hazırlama gibi enstrümental günlük yaşam aktiviteleri testleri; görme değerlendirme testi; işitme testi, mobilite ve düşmenin değerlendirilmesi test ve sorguları, beslenme testi; istemsiz idrar ve büyük abdest kaçırma sorgusu; unutkanlığa yönelik mini mental test test; depresyona yönelik geriatrik depresyon testi ve son olarak da aldığı ilaçların sorgusu yapılır. Bir hastaya ayrılan süre ortalama 1 saat olmaktadır.
Kimler Geriatri Ünitesine başvurabilir?
65 yaş ve üstünde olan ve zaten iç hastalıkları kapsamında olan hipertansiyon, şeker hastalığı gibi hastaların yanı sıra osteoporoz,idrar kaçırma, bellek bozukluğu (Alzheimer Hastalığı, yaşa bağlı unutkanlık), depresyon, düşme, bayılma, beslenme bozukluğu,bası yaraları, çoklu ilaç kullanımı hastaları, kanser şüphesi olanlar ve koruyucu hekimlik için bilgilenme amacında olanlar Geriatri Ünite'sine başvurabilirler.
Uygulamaya girebilmek için kronik hasta olmak gerekli midir?
Hayır değildir. Geriatri hastalarının çoğunluğunu kronik hastalar oluşturuyor olsa da, bazı durumlarda örneğin yüksek ateşli hastalar (zatüre, idrar yolu enfeksiyonları gibi), genel durumun birden bozulduğu hastalar, kullandığı ilaca bağlı olduğunu düşündüren yan etki gelişen hastalar, kontrolde olan hipertansiyonun veya diyabetin ayarının aniden bozulduğu hastalar başvururlar. Ancak bu gibi durumlarda mesai sonrası saatler için Büyük Acil Servise de başvurulabileceğini hasta düşünmelidir.
Niçin yaşımız 65 veya üzerinde ise önce geriatri bölümüne başvurmalıyız?
Geriatri tüm bilgi, ilgi, uğraşı ve araştırmasının 65 yaş ve üstünde odaklandığı, bu nedenle deneyiminin de o ölçüde arttığı bir bilim dalı olup; iç hastalıkları muayene ve tetkiklerinin yanı sıra bu yaş grubunda sık görülen hastalık ve komplikasyonların geniş ölçüde incelendiği bir disiplindir. Bu kadar kapsamlı bir inceleme birçok hastalığın daha belirti vermeden önce dahi teşhis ve tedavisini mümkün kılar. Hangi belirtinin yaşlılığın doğal bir sonucu, hangisinin hastalığa bağlı olduğunu ortaya koyar.
Ayrıca bu yaş grubunda hastalık belirtilerinin çoğunluğu genç ve orta yaşta görülenkinden farklı (zatüre ve idrar yolu enfeksiyonu örneği)olup teşhisi geriatri bilgisini gerekli kılar. Geriatri 65 yaş ve üstünün sadece muayene, teşhis ve tedavisi ile yetinmez, birlikte çalıştığı sosyal hizmet uzmanı, fizik tedavi uzmanı, diyetisyen ve hemşire ile poliklinik dışı desteğini, evde bakım modeli dâhil sağlamaya yoğun çaba gösterir. Tüm bu nedenlerle 65 yaş ve üstü hastalar öncelikle geriatri'ye başvurmalıdır.- Prof. Dr. Servet Arıoğul )



ÇETKODER GENEL MERKEZİ YAZIŞMA İÇİN: cetkoder@gmail.com
ÇETKODER BASIN'A BİLGİ VE DUYURU İÇİN GOOGLE GRUBU:
http://groups.google.com.tr/group/cetkoder
ÇETKODER MESAİ SAATLERİ İÇİNDE
İLİTEŞİM VE HUKUKİ YARDIM HİZMETLERİ İÇİN: 0.535.475 70 06
ÇETKODER GENEL BAŞKANI GSM: 0.532.282 29 91

ÖNEMLİ NOT: Bakın her zaman ve her açıklamamızda altını çizerek söylüyoruz. Bizler her hangi bir ücret almıyoruz. Bize gelin üye olun aidat verin, kayıt yapalım da demiyoruz. Biz gönüllü, ücretsiz hizmet veren bir kuruluşuz. Yardıma hazırız. Yeter ki bize ulaşsınlar. Bize cetkoder@gmail.com adresinden elektronik posta yolu ile ulaşabilir dert ve sıkıntısını aktarıp bilgi alabilir. Ayrıca çok sıkışırlarsa bizi mesai saatleri içinde 0.535.475.70.06 nolu dernek telefonumuzdan arayabilirler. Teknik, hukuki, yasal bilgi vermeye hazırız. Nasıl hareket edecekler, nereye başvuracaklar gerekirse dilekçeleri ve usul hakkında her tür bilgiyi ücretsiz olarak sunarız. Ayrıca Tüketiciler Bize İnternet ortamından da ulaşabilirler. Google arama motorunda olan http://groups.google.com.tr/group/cetkoder
Grubuna girip yazışma ve bilgi verme grubumuza kaydolabilir ve oradan da bizimle yazışabilirler " dedi
-- Bu iletiyi şu gruba abone olduğunuz için aldınız: Google Grupları "ÇETKODER" grubu. Bu gruba posta göndermek için , mail atın : cetkoder@googlegroups.com Bu gruba aboneliğinizi iptal etmek için şu adrese e-posta gönderin: cetkoder+unsubscribe@googlegroups.com Daha fazla seçenek için, http://groups.google.com.tr/group/cetkoder?hl=tr adresinde bu grubu ziyaret edin

Bir Kadının Göz Ucundan Başka Bir Kadının Hayatı (Turkan Saylan)

Ekleyen: Sebahattin Çılbır

TÜRKAN SAYLAN

Bir Kadının Göz Ucundan Başka Bir Kadının Hayatı,

Altıncı sınıfa giden bir kız çocuğu karşımdaki… Nasıl güzel, ne kadar da masum… “… dizisini izledin mi?” diye soruyorum. Rahatsız kımıldanıyor oturduğu yerde, utanıyor, sıkılıyor ve en sonunda dayanamayıp çıkarıyor ağzındaki baklayı, “Ben, çok merak ediyordum o diziyi. İzleyecektim de ancak bir gece önce telefonuma bir mesaj geldi. Mesajda o kadının DİNSİZ olduğu, onu izleyenlerin de dinsiz olacağı yazıyordu.” diyor…

Yukarıdaki paragrafta anlattığım anı bana ait değil; ÇYDD Mersin şubesi burs komisyonu yetkililerinden biri, sohbetimiz esnasında paylaşıyor. İnanamıyorum, gözlerim yanmaya başlıyor. Ah! Benim bu her şeye dolan gözlerim. Oysa ne kadar kötü yazılar okudun, çok daha canını acıtan anılar dinledin diyorum kendi kendime… Elimde değil, 13 yaşında bir kız çocuğu… Bir kadının hayatını merak ediyor. Merak etmek, sorgulamanın; dolayısıyla öğrenmenin ilk adımı… Ancak bu kadını izlediğinde yahut okuduğunda onu sevmekten, onu severse dinsiz olacağından endişeli… Daha küçücük, taşıdığı endişe bile güzel kalbi kadar masum…

Başka bir kız çocuğu, on kardeşin en küçüğü. Okumak, doktor olmak istiyor. Çok olmamış Doğu’dan göç edeli. Hiç düşünmemiş kaç çocuğu olsun diye, biz sorunca şaşırıyor. “Belki bir tane.” diyor. Yaşadıklarını, en iyi kendisi biliyor. Okumak öncelikli hayali; bir gün okuyup aile kurduğundaysa doğurabileceği değil; okutabileceği kadar çocuk düşünüyor, onu söylerken bile temkinli, belki diyor. Annesiyle birlikte gelmiş. Annesi, “Benim yaşadıklarımı onlar yaşamak zorunda kalmasın, okusunlar.” diyor. Onunda yaşı en fazla otuzlarda… Teyze görüntüsüne aldanmamak lazım, hayat yıpratmış, belki otuz bile yok.

***

Buna benzer çok hikâye duydum, okudum, dinledim son haftalarda. Kaç kez haddimi aşıyor muyum diye düşünerek vazgeçecek oldum yazmaktan. En sonunda başka bir gerçek ikna etti beni; ölüm! O’na 73 yıl bahşetmişti de; benim 25 yılıma bir gün daha ekleyeceğinin garantisi yoktu. O yüzden bende kalemim döndüğünce, anlatmaya karar verdim bir kadının göz ucundan başka bir kadının hayatını; Türkan Saylan’ı…

Ne zamanki yazacağım yazının konusunu duyurdum, bir hafta içerisinde sayısız mesaj aldım. O’ndan “Anne” diye bahseden insanlar tanıdım. Bazen teşekkür, bazen hakaret dolu cümleler okudum. Öyle yazılar gördüm ki, kanım dondu! Ağladığım oldu, Türkan Saylan kızardı ağlayanlara, acınmaktan/acımaktan nefret ederdi diyerek sildim gözyaşlarımı, kaldığım yerden koyuldum yazmaya…

Afili sinema filmleri misali en sonundan başlıyorum hikâyenin… Elimde bir kitap; Toplum Mektupları… Türkan Saylan’ın belki de son projesi bu kitap. Adından anlaşılacağı üzere mektuplardan oluşuyor, 35 tane olarak planlamış; ömrü 15 tanesini yazmaya vefa etmiş. Mektupları, Saylan’ın ölümünün birinci yılında, anma töreninde dostlarına sunulmak üzere, şimdiki Çağdaş Yaşamı Destekleme Derneği (ÇYDD) Genel Başkanı, aynı zamanda Saylan’ın dostlarından Aysel Çelikel bir araya getirerek kitaplaştırmış. Benimde ÇYDD Mersin şubesini ziyaretimde edindiğim kitaptan ilerleyen satırlarda daha ayrıntılı bahsedeceğim; ancak kitap bana aynı zamanda bu yazının kararsız kaldığım üslubu yönünde ilham kaynağı olmuştur…

Sevgili Gönül Dostum,

Sana çok kez bu mektubu yazmayı düşündüm, kısmet bu güneymiş. Tarafsız kalmaya çalışarak bir insanın hayatını anlatmaya çalışmak ne zormuş meğer. O hayatı, kelimelere dökmek, inan daha da zor… Ancak, endişelerin olduğunu görüyorum, her gün farklı farklı haberlerle aklın daha da karışıyor. O yüzden bu satırları hoşgörüne sığınarak ve samimiyetine inanarak yazıyorum. Lütfen sende okurken sadece aynı hoşgörü ve samimiyeti al yanına, geri kalan bırak dışarıda kalsın. Dışarıda kalacakların en başında da önyargılarımız…



Türkan Saylan Oğullarıyla
Eğer senin yoksa bile etrafında endişeleri, yanlış yargıları olduğuna inandıklarınla paylaş mektubumuzu. Bir insanı sorgusuz, körü körüne sevmek ya da nefret etmek inan çok kolay; ancak bir o kadar da yanlış… Sorgulamak, araştırmak ve öğrenmek yolumuza ışık tutacaktır.

***

Türkan Saylan 1935 yılında İstanbul’da doğmuş. 73 yıllık hayatı başladığı yerde yine İstanbul’da son bulmuş, başladığı yerden çok ilerlemiş olarak…

Kalabalık bir ailede büyümüş; anne, baba, babaanne ve kendi haricinde dört kardeş daha… En büyük çocuk olmayı, fazla kardeşinin olmasının güzel ve zor yanlarını defalarca anlatmıştır.

1957 yılında evlenen Türkan Saylan, evliliğini çoğu genç kızın düştüğü yanılgıyla, ailenin kalabalığından ve baskısından kaçış olarak gördüğünü belirtir. Kendince bu kadar erken ve enine boyuna düşünmeden yaptığı aşk evliliği, ileride gençlere neden 30 yaşından önce evlenmemeleri gerektiğini anlatabileceği bir deneyimdir. 9 yıl süren bu evliliğinden birer yıl arayla 2 çocuğu olmuştur Saylan’ın; oğulları Çınar ve Çağlayan.

22 yaşındayken omzuna yüklenen eş ve anne rollerinin yanı sıra Tıp Fakültesi öğrencisidir Saylan. İroniyi sever ya hayat, bir doktoru da yaşamı boyunca defalarca kez hastalıklarla sınamıştır.

Burslarla İngiltere ve Fransa’da okuduğu, İngiltere’de çeşitli çalışmalara katıldığı dönemlerin ardından Türkiye’ye dönen Türkan Saylan, 1977 yılında profesör olmuştur. Bundan bir sene önce de, Tıp Fakültesinde okuduğu yıllardan itibaren özel olarak ilgilenmeyi arzuladığı Lepra(Cüzam) çalışmalarına başlamıştır. Öğrencileriyle birlikte Anadolu’yu karış karış gezen Saylan, ülkemizde Cüzamla Savaş Derneği ve Vakfı’nın kurucusudur. Aynı zamanda dünyada da Uluslar arası Lepra Birliği’nin (ILU) kurucu üyesidir ve başkan yardımcılığını yürütmüştür. 2006 yılına kadar Dünya Sağlık Örgütü’nün Lepra konusunda danışmanlığını yapmıştır.

Hayatı boyunca tüm dünyada ve ülkemizde sayısız ödüle layık görülen Türkan Saylan, 1986’da Hindistan’da Uluslar arası Gandhi Ödülü’nü almış, aynı sene, Meme Kanseri teşhisiyle bir dizi ameliyat geçirmiş ve kemoterapi görmüştür. Yakın dostları, bu sancılı döneme dair, tek bir gün bile hastalığından yana üzüntülü ya da isyankâr olmadığını belirtiyorlar. O’na göre daha yapması gereken çok şey varken zamanını hastalıklarını düşünmeye harcayamazmış.

Nitekim dediğini de yapmış, gördüğü tedavinin ardından, bu kez kollarını sağlık için değil, eğitim için sıvamış. Lepra’yı tedavi etmek için gittiği Anadolu’da cüzamdan bile tehlikeli gördüğü cehaletin acı yüzüyle karşılaşması, kendisi gibi aydın birkaç arkadaşıyla birlikte Çağdaş Yaşamı Destekleme Derneği’ni (ÇYDD) kurmasına sebep olmuştur (1989).

Vefatına değin Derneğin Genel Başkanlığı’nı yürüten Saylan, Doğu ve Güneydoğu Anadolu’da çocuk denilecek yaşta evlendirilen, berdel edilen, kuma verilen kız çocuklarının okumasının bu ülkenin aydınlık bir geleceğe kavuşmasını sağlayacak en temel yol olduğunu savunmuştur. Çünkü O’na göre ancak kız çocukları okursa, farklı evlilikler yapacak ve okuyacak çocuklar yetiştireceklerdi.

baba beni okula gönder
İşte Saylan’ın geleceğin kapısı diye bahsettiği kızlarının okuması için uygulanan projelerinden sadece birkaçı;

- Anadolu’da Bir Kızım Var, Öğretmen Olacak

- Çağdaş Türkiye’nin Çağdaş Kızları (Kardelenler)

- Baba Beni Okula Gönder

- Meslek Liselerinde Elektronik Eğitimi Alan Gençlere Destek

- Bilgi Toplumu Kızları

- Her Kızımız Bir Yıldız

- Geleceği Taşıyan Kızlar

- Geleceği Sigortası Kızlarımız

- Geleceğin Aydınlık Kızları

Burada saydığım ve sayamadığım daha nice projenin günümüze ulaşması elbette ki kolay olmamıştır. Fiziki koşullar, okul, öğretmen ve araç- gereç yetersizlikleri bir yana, kız çocuklarını ‘başlık parasından’ ibaret gören aileleri eğitime ikna etmek başlı başına bir savaştır. Bu durum, daha sonradan ‘Yaşam Boyu Eğitim’ sloganıyla devam edecek olup, Türkan Saylan’ın kız çocuklarıyla birlikte her yaş grubundan bireyin okuma- yazma öğrenmesini kapsayacak projelerine dönüşmüştür.

Türkan Saylan’a göre, kadın anahtardır, gelecektir, ışıktır, aydınlıktır… Bu yolda, kadınlar, kız çocukları ve çağdaş bir Türkiye için çabalamaktan, önüne çıkan engellerden tek bir gün bile şikâyetçi olmamıştır.

O’nun hayata bakışında zaten şikâyete yer yoktur; her zaman problemin değil, çözümün bir parçası olmayı seçmiştir. Ancak, bu inancı bir kez, kısa süreli de olsa sarsılmıştır… 13 yıl sonra kanserinin karaciğerine de sıçradığını öğrenmiştir… Saylan’la bu dönemde, bir cenazede karşılaşan, hem meslektaşı hem de yakın dostu bir isim, “O’nu hayatı boyunca hiç şikâyet ederken görmemiştim” ancak o gün, “Kanser, karaciğerime de sıçramış” -başını yukarı kaldırıp- “ilk kez yukarıdakine kırgınım, henüz yapacak çok işim vardı” dediğini belirtiyor. Yinede ümitsizliğini kısa sürede üzerinden atan Türkan Saylan, projelerine dört elle sarılmış, yaşamının son dönemine kadar Dernek ve Vakıflardaki görevlerini sürdürmüştür.

2007 yılında Ankara-Tandoğan ve İstanbul-Çağlayan Cumhuriyet Mitinglerinin organizasyon ve icrasında bulunmuştur.

Vefatından kısa bir süre önce, Ergenekon Operasyonu’nun 12.Dalgası dâhilinde 13 Nisan 2009’da, kendisi hastanede tedavi görürken evinin aranması bazı kesimlerce tepkiyle karşılanmıştır. Ayşe Kulin, bunun Türkan Saylan’ın biyografisini yazmasına sebep olan olay olduğunu belirtir.


İşte sevgili dostum, muhtemelen birçok yerde denk gelebileceğin hayat hikâyesinin, belki de en basit haliyle anlatımıdır bu satırlar… Mektubumun bundan sonraki bölümünde ise, Türkan Saylan ile ilgili en çok tartışılan konulara değineceğim.

Bu konular içerisinde, en çok rant elde edilen iki itham vardı; biri misyoner olduğu yahut dinden uzaklaştırmaya çalıştığı, diğeri ise PKK’ya yardım ettiğiydi.

PKK’ya yardım ettiği şeklinde bir kanı oluşmasının ya da böyle bir kanı oluşturulmaya çalışılmasının en önemli dayanağı projelerin başlangıç noktasının Doğu ve Güneydoğu Anadolu olmuş olması. (Hayat hikâyesine değinirken Türkan Saylan’ın Doğu ve Güneydoğu Anadolu’da gördüğü manzaraların, bu projelerin başlangıcı olduğundan bahsetmiştim )Oysa çabaların, bu dengesizliği ortadan kaldırmakta yetersiz bile kaldığı, okur- yazarlık oranlarına baktığımızda bugün bile, ülkenin doğusu ve batısı arasındaki uçurum, kimsenin farkında olmadığı gerçekler değil!. 13 yaşında evlendirilen, çocuk yaşta çocuk sahibi olmak zorunda bırakılan, berdel edilen, kuma verilen, çoğu zaman nüfus sayımında bile söylenmeyen; sadece başlık parası gözüyle bakılan kız çocukları… Eğitim’de fırsat eşitsizliğinin belki de en acı yüzü…

Ancak bu projelerin Doğu’da başlamış olması şu an Türkiye’nin dört bir yanında devam ettirildiği gerçeğinin göz ardı edilmesine sebep oluyor kanısındayım. Yetkililer, burs için seçilen çocukların sadece Doğu veya Güneydoğu Anadolu’dan değil eşit oranda Türkiye’nin her yerinden olduğunu belirtiyor ki, bunun aslında savundukları eğitimde fırsat eşitliği ilkesiyle alakalı olduğunu da ekliyorlar. Burs verilen üniversite öğrencilerinden ‘adli sicil kaydı’ her yıl yenilenerek istenen belgeler arasında. Peki, siz ÇYDD’den burs almaya devam eden ve PKK’ya mensup birine ait bir sicil kaydıyla birlikte sunulan bir habere denk geldiniz mi; yoksa içi boş, iftira haberler olabilirler mi?

O halde, annesi, teyzesi, halası vb akrabası türbanlı olduğu için bursu kesildiği iddia edilen öğrencilerle ilgili yapılan haberlerle devam edelim. Öğrendiğim üzere, Derneğe gittiğinizde, burs başvurusu esnasında sizden doldurmanız istenen bir form var. Aşina olduğunuz ailenin geliri, çocuğun başarı durumu vb bilgileri girdikten sonra öğrenci, verdiği bilgilerin doğru olduğunu, burs alması durumunda istenen başarı koşulunu yerine getireceğine dair teminatı, MEB’in belirlediği resmi kurumlardaki kılık kıyafet usulüne uygun giyindiğini belirten maddeleri kabul ettiğine dair bir imza atıyor. Eğer ilk ve orta öğretim talebesi ise veli de ek olarak forma imza atıyor. Prosedür, bu şekilde ilerliyor.

Başvuru formunda ailenin giyimiyle ilgili bir madde bulunmadığı gibi Dernek, ‘üstüne basa basa’ ulaşmaya çalıştıkları kitlede zaten geleneksel olarak çoğu aile büyüklerinin(anne,teyze vs) başının örtülü olduğunu ve onların burs muhatabının, dolayısıyla odağın aile değil çocuk olduğunu belirtiyor. (Dernekte sorularımı sorduğum esnada başörtülü bir veli, bu bölüme ‘yok artık!’ der gibi bir gülümsemeyle iştirak etmiştir. Benim nazarımda çoğu sözden değerlidir o gülümseme, an-ı paylaşmak mümkün olmasa da anıyı paylaşmak istedim )

Gelelim misyonerlik mevzuuna, Türkan Saylan’ın İsviçreli, asıl adı Lili Mina Raiman olan annesi, Fasih Galip Bey ile evlenince din olarak Müslümanlığı seçmiş ve Leyla adını almıştır. Leyla Hanım’ın bahsinin bu denli sık geçmesi İngiltere’de ve Hristiyan olarak doğmuş olması sebebiyledir. Bazı kesimler, Türkan Saylan’ı ve savunduğu görüşleri baltalamak için “Annesi Katolik Hristiyan bu kadın, bir misyonerdir!” şeklinde ithamlarda bulunmuşlardır. Buna benzer cümlelere internette samanyoluhaber.com, tevhidhaber.com, dinahlak.com ve benzeri internet sitelerinde rastlamak mümkün. Ben bu sitelerde öyle cümleler okudum ki, gülsem mi ağlasam mı bilemedim. “Yaşarken Müslümanların kinini kazanan kadını öldükten sonra mı sevdireceksiniz?” şeklinde bir cümle sizce ne kadar hoşgörü barındırıyor? Oysa özellikle İslam dini hoşgörünün en güzel örneklerini barındırmaz mı? Türkan Saylan’ın düşüncelerine, savunduklarına destek verenleri, ‘Müslüman olamaz’ şeklinde kestirip atması da cabası. Ayşe Kulin içinde ‘bel altının romancısı’ diye hakaret cümleleri aynı sayfalarda yer alıyor. Bir yanda kız çocukları için verilen çaba; diğer yanda kadınlara atılan iftiralar, nefret dolu cümleler…

Ancak bu ve benzer cümleleri kuranların yaptığı hatalardan en basitini, yine Türkan Saylan ölmeden kısa bir süre önce verdiği röportajda şu şekilde düzeltmiştir, “Zavallı rahmetli anacığıma da yüklenirler de; yanlışları var, bir kere benim annem Müslüman olmadan önce, Katolik değil Protestan’dı.”der. Zira Katolik Mezhebi, Hristiyanlık içerisinde en katı olanıdır ve bu mezhebe mensup bir kişi, ölene dek dinini değiştiremez(evlense dahi).

Birde, “Türkan Saylan, dinsiz bir kadındır, sizi de dinden uzaklaştırmaya çalışıyor” şeklindeki cümleler var ki, işte bunlar Türkan Saylan’ı karalamaya çalışayım derken misyonerliği de yalanlamış olan ithamlardır. “Yahu, önce aranızda anlaşın, dinsiz mi bu kadın; yoksa çok dindar bir Hıristiyan mı?” diye sorası geliyor insanın. İnanç konusundaysa, başkalarının inancına asla müdahele etmeyeceğini sayısız kez dile getirdiği gibi; kendi inancını da ‘Giderayak dostlara…’ mektubunda “Ölüm Allah’ın emri/ Ayrılık olmasaydı” dizelerine atıfta bulunarak dile getirmiştir. Yine Ayşe Arman’la röportajında “Bakın, iki türlü örtülü var. Biri gerçekten inancında samimi olanlar, birde olmayanlar. Hepsi bir değil” sözleri, düşüncelerini dile getirişine başka bir örnek teşkil eder.

Cehalet! Ne büyük düşman…

Daha şaşılası ise, bahsettiğim sitelerde yazılanların altındaki yorumlardır. Bazı insanlar hiçbir gerçeğe dayandırılmayan bu yazılara inanmış ve hiçbir bilgi sahibi olmaksızın Türkan Saylan’dan ölesiye nefret etmiştir. Çünkü tarihte defalarca kez yapıldığı üzere insanların dinleri, inançları, vicdanları kendilerine karşı koz olarak kullanılmaktadır. Nitekim son olmayacaktır; tarih sahnesi, nice milletin inançları sömürülerek gelişmesinin engellenmesine şahit olacaktır.

İnanç kalptedir, buna hiçbir insan eli erişemez. Gelişmek ise ancak bilimin ışığında ilerleyerek, okuyarak ve sorgulayarak olacaktır…

Sevgili Gönül Dostum, lafı çok uzattım biliyorum. Sana son olarak Toplum Mektupları kitabından bahsetmek isterim. Eminim bu kitabı okuma fırsatın olduğunda benim burada anlatmakta yer yer kısır kaldığım bir hayatı, sen çok daha iyi anlayacaksın. Benim çabam, sana ulaşmaktı… Bu bir vesile, sende kim bilir kaç nice gönül dostuna ulaşacaksın.


Kitaptaki 15 mektup şu kişilere yazılmış;


Mektup 1: Sevgili Doğmamış Bebek

Mektup 2: Sevgili Çocuklar

Mektup 3: Genç Erkekler, Delikanlılar

Mektup 4: Sevgili Genç Kızlarımız

Mektup 5: Yirmi- Otuz Yaş Arası Gençlere

Mektup 6: Anne ve Baba Adaylarına

Mektup 7: Çocuk Sahibi Ana- Babalara

Mektup 8: Boşanmak isteyen ve Boşanmış Olanlara

Mektup 9: Sevgili Yaşlananlar

Mektup 10: Giderayak Dostlara

Mektup 11: Sevgili Polisler, Sevgisiz Polis Kardeşler

Mektup 12: Sevgili Öğretmen Kardeşlerimiz, İdareciler

Mektup 13: Çok Değerli Meslektaşlarım Hekimler, Hemşireler

Mektup 14: Çok Kıymetli Emekçilerimiz

Mektup 15: Çok Sevgili Emekli Dostlar


İşte böyle Sevgili Dostum, gönül ister tüm mektupları paylaşayım ama kimlere yazıldığını bilmek bile, bir fikir sahibi olman açısından, hiç yoktan iyidir diye düşündüm. Eminim, sende okuma fırsatı bulduğunda, eğer planladığı gibi 35 mektubu tamamlayabilse kim bilir daha kimlere hitap edecek; daha ne güzel önerilerde bulunacaktı diyeceksin. Keşke… Ama hayat ‘keşke’ deyip küsmek için fazla kısa.

***

Türkan Saylan, dolu dolu bir hayat yaşadı. “Bana misyoner de diyen oldu, terörist de, dinsiz de oldum, kötü kadın da… Varsın desinler, benim içim rahat” dedi giderayak.

Her ölüm erken, bir tek tamamlayamadığı projeleri olduğuna üzüldü belki de… ÇYDD’ye 100,000 kız çocuğuna ulaşılmasını vasiyet etti. Ölürken bile ‘kızlarını’ unutmadı yani. Vefat ettiğinde 36,000 olan sayı bugün 44,094. Bu sayıya üniversite öğrencileri ve 2010/11 döneminde burs alacak kız çocuklarının sayısı dâhil değil.

***

Sevgili Dostum, belki çok yaşamadım -dilerim önümüzde hepimizi bekleyen uzun yıllar, aydınlık bir gelecek olsun- ama şu kısa ömrümde elimdekiler için çok çabalamak zorunda kalmak, hayatın herkes için eşit şartlar sunmadığını öğretti bana.

Benim en azından elde etmek için savaşma şansım oldu. Her evladımızın, geleceği için en azından çabalayacak ‘eşit’ imkânları olsun isteyen bir kadını anlattım sana. Dileğim, onun dileğinden farksız…

Ölürken bile 100.000 kız çocuğuna ulaşılmasını vasiyet eden bir kadın…

Nice güzel insan tanıdım bu dönemde; kimileri doktor kimileri öğretmen, mühendis, hemşire… Tek ortak noktaları vardı; bu insana ‘ANNE’ diyorlardı… Bir anne…

Bazı meslektaşlarının günümüzde dahi ‘Doğu’ denilince tüyleri diken diken oluyor, bundan yıllar yıllar önce Anadolu’nun en ücra köşelerine gitmiş; hayvandan farksız tecrit edilirken hastaları, cüzama çare olmuş bir doktor…

Türkan Saylan…

Bazılarımıza göre kardelenlerin güneşi, bir kahraman, imkansız(!) perilerin ilhamı, inanç ve umudun simgesi; bazılarımız için ise misyoner, terörist yahut dinsiz bir kadın.

Hangisi olduğuna karar vermeden önce, en azından herkesin bu satırları okumuş olmasını umut ediyorum…

Sevgiyle,

Bilge ÖZDEMİR

Türkan Saylan Kız Çocuklarıyla


Okura Not: Bu yazı hazırlanırken, çok yoğun olduğunu bildiğim, değerli zamanlarından bir kısmını da bana ayıran Sevgili ÇYDD Mersin Şubesi Yetkililerine, mesajlarıyla desteklerini esirgemeyen ‘Türkan Anne’nin Kızlarına’ kucak dolusu sevgi ve teşekkür yolluyorum.

“Bu yazıyı neden yazıyorsun, zaten onlar anlamayacaklar!” diyen önyargılı ama ‘çağdaş’ olduğunu sanan bir grup insan tanıdım ki, bence bu grup, kaybettikleri en değerli şeye; inançlarına kavuşmak için, bu yazıyı okumasını istediklerim sıralamasında ‘onlar’ diye tabir ettikleri grubun önünde yer alıyorlar. Son sözüm, Türkan Saylan’dan; “Çok zor günler yaşayabiliriz, ama hiçbir şey Cumhuriyetin ilk günlerinde yaşanan zorluklarla kıyaslanamaz.”…

15 Ekim 2010 Cuma

Kırmız Et Sorunu ve Turkiye'de Hayvancılık

“KIRMIZI ET BUNALIMI” KONULU BASIN TOPLANTISI AÇIKLAMASI

Türkiye’de 2009 yılının son aylarından itibaren koyun ve sığır eti fiyatının çok arttığı
havası yaratılmıştır. Bu nedenle iç piyasayı terbiye etmek amacıyla canlı hayvan ve
karkas et ithali başlamıştır. Bugünlerde çiğ sütünde ithal edileceği bildirilmiştir.

Bu doğrultuda, ilk olarak 30 Nisan 2010 ve 6 Mayıs 2010 tarihlerinde Et ve Balık
Kurumu(EBK) üzerinden ihaleler yapılmıştır. Ancak bu ihaleler usulüne uygun
yapılmadığı gerekçeleriyle daha sonra iptal edilmiştir.20 Mayıs 2010 günü yapılan üçüncü
ihalede ise 8000 ton canlı sığır ithaline izin verilmiştir. Son olarak da Tarım ve Köyişleri
Bakanlığı(TKB), Avrupa Birliği(AB) ülkelerinden 10 bin tonluk canlı hayvan ithali için 27
Eylül 2010’da Et-Balık Kurumu’nun ihale yapacağını bildirmiştir. Kamuoyu dana ithalatını
tartışırken bu kez de karkas etin ithal edileceği konusunda açıklama yapılmıştır

İthalat kapısının açılması ve ithalata süreklilik kazandırmak Türkiye’yi sadece kırmızı et
üretiminde değil, süt üretiminde de pek çok sorunla karşı karşıya getirmektedir. Öncelikle
çok sayıda hayvan yetiştiricisi iflas ederek üretimden çekilmektedir. Kırsal alanda zaten
yükselmekte olan işsizlik ve açlık iyice artmaktadır. İthalata karar verenlerin beklentilerinin
aksine, ithalat sürdürülse de, et ve süt fiyatları kısa sürede bugünkü değerlerinin çok
üstüne çıkacaktır.

ET AÇIĞI NEREDEN KAYNAKLANIYOR?

Et açığı,1980’li yılardan beri uygulanan dışa bağımlı yeni-liberal politikalardan
kaynaklanıyor. Ancak içinde yaşanan krizin tetikleyicisi,2008–2009 da yağsız süt
tozlarının doğrudan ya da dolaylı buzağı maması olarak ithal edilmesi oldu. Sanayici
bunlara yönelince çiğ süt fiyatları 35–40 kuruşa düştü ve 1 milyona yakın anaç inek
kasaba gitti. Anaçların kasaba gitmesi 2 milyon ton süt kaybına ve 900 bin buzağı
kaybına neden oldu. Bir başka deyişle kasaplık olacak yaklaşık 400–450 bin civarında
erkek besi danası piyasaya giremedi. Sığır ve piyasaya girmesi beklenen kasaplık dana
sayısındaki ani düşüş, et açığını tetikledi. Bununla birlikte et açığının oluşmasında,
koyun ve keçinin neredeyse yarı yarıya azalması da ana etmenlerden biri oldu. Özetle
kırmızı et fiyatının artışının temel nedeni Türkiye’de koyun, keçi ve sığır sayısının hızla
azalmasına bağlı üretim düşüklüğüdür. Hayvan varlığındaki erozyon durdurulmadıkça,
sorun büyüyerek devam edecektir. Gerçekten de kırmızı et piyasasının daraldığı bir
dönemde fiyat artışı olması ülkenin üretim gücünün iyice düştüğünü göstermektedir
Sonuç da kırmızı et üretimi alarm vermeye başladı.

Türkiye’de toplumu ikna ederek ithalat ister duruma getirmek için, sıklıkla ABD /AB
ülkelerinde 2-3 dolar ya da 2-3 avro olan etin Türkiye'de 30-40 TL olduğu belirtilmektedir..
Bu bilgiler doğru değildir.ABD’de sığır etinin perakende fiyatı 5-12.5 dolar (8.0-20.0
TL) arasında değişmektedir., İngiltere’de but eti 12.5 pound( 29 TL), bonfile de 28
pound (64 TL)’a satılmaktadır. Fransa’da antrkot 18.6 avro/kg (36.5 TL/kg), kıyma da
8.71 avro/kg (17.1 TL/kg)’dır. EBK’da ise bonfile 34.90 TL, dana pirzola 26.90 TL,
kıyma da 18.00 TL’ye tüketiciye ulaştırılmaktadır.

Tarım ürünlerinde ülkeler arasındaki fiyat karşılaştırılması, sadece ürünlerin pazar
fiyatı açısından değil, bitkisel ve hayvansal üretimin temel girdileri ve ürünlerin
değerlendirilmesi açısından yapılmalıdır. Bunlar dikkate alınmaksızın yapılan
karşılaştırmalar, sağlıklı olmayacaktır. Türkiye hayvan yetiştiricisi, temelde para
kazanamadığı için hayvan yetiştiriciliğinden uzaklaşmaktadır. Örneğin, Türkiye’de yem

ve mazot fiyatları,AB/ABD’ye göre oldukça yüksektir.Diğer yandan yetiştiricilerin ürettiği
ürünlerin katma değeri de örgütsüzlüğü nedeniyle aracı, sanayici ve son dönemlerde
organize gıda sektöründe rol olan tekelci firmalara gitmektedir.

Türkiye’de, canlı hayvan ve karkas et ithalatının yarattığı sorunlar, bilinmektedir.
Geçmişte yapılan ithalat bir kenara bırakılsa bile ,1995 ve 1996 yıllarını arasında da
yaklaşık 125 000 baş gebe düve, 470 000 baş kasaplık sığır ve 50 000 ton et ithal
edilmiştir. Bu süreçte çok sayıda yetiştirici iflas etmiş ve hayvansal üretimden çekilmiştir.
Benzer olumsuzluklar, ithalatı izleyen dönemde, daha şiddetli olarak, 2010 ve 2011
yıllarında da ortaya çıkacaktır.

CANLI HAYVAN VE KARKAS ET İTHALATI NİÇİN SAKINCALI?

Birincisi; ithalatın, sığır daha doğrusu bütün hayvan yetiştiriciliğini olumsuz olarak
etkiliyor olmasıdır. Başlangıçta, ithal ile iç piyasada hayvan ve hayvansal ürün fiyatları
aşağıya çekilecek deniliyor. Ancak iç piyasada fiyatlar düşünce hayvan yetiştiricisi
hayvanlarını satmak zorunda bırakılıyor. Hayvan azalınca fiyatlar biraz yükseliyor
ve hayvan yetiştiriciliği, özellikle son olarak yapıldığı gibi kimileri sıfır faizli kredilerle
özendiriliyor. Bu kez içerdeki hayvan sayısı yetmeyince ithalat kapıları açılıyor, daha
doğrusu zorlanıyor. Böylelikle yaratılan istikrarsızlık, hayvan yetiştiricilerini zor durumda
bırakıyor. Bir başka deyişle Onlar Ortak, Biz Pazar oluyoruz.

İkincisi ise; ithal edilen ve edilecek hayvanlar ile karkas et ve dondurulmuş etin Deli
İnek Hastalığı(BSE) açısından bulaşık olma olasılığının çok yüksek olmasıdır.(Zorunlu bir

açıklama. Dünyada başlangıçta, BSE açısından ülkeler iki grup altında toplanıyordu. Birinci grup;
Belirsiz risk, ikinci grup, İhmal edilebilir risk idi. Her ülke risk gruplarını dikkate alarak dışalımını
düzenliyor ve belirsiz risk grubuna giren ülkelerden hayvan alımı yapılmıyordu. Ancak, OIE’de,
bütün uluslar arası örgütler gibi ağırlıklı olarak Batı ülkelerinin denetimindedir. OIE Uluslararası
Komitesi, ABD/AB gibi ülkelerden gelen baskılar sonucunda önce 2007,daha sonra 2008 Mayıs’ında
gerçekleştirdiği toplantılarda aldığı kararlarla BSE açısından yeni üçüncü bir grub oluşturdu.
Yeni üçüncü gruba Denetlenebilir risk denildi. Bu karar, bir süre karartıldı ve daha sonra ağdalı bir
dille açıklandı. 2007 de yapılan toplantıda ABD, Kanada, Brezilya, İsviçre ve Tayvan belirsiz risk
grubundan çıkartılarak denetlenebilir risk grubuna alınmış ve Türkiye ABD’ den gebe düve dışalımı
yapmıştı. 2008’de de AB ülkeleri belirsiz risk grubundan çıkartılıyor, denetlenebilir risk grubuna
alınıyordu.)

Özetle; İthalat kesinlikle çözüm değildir. Yapılmakta olan ithalat şimdiye değin
olduğu gibi hayvancılığı olumsuz etkileyecektir. Çünkü yapılan her ithalatta
yetiştiriciler fakirleşiyor, hayvan sayısı azalıyor ve hayvansal üretimimiz düşüyor.
İthalat, ithalat lobisine ve AB/ABD’li tekelci firmalara yarıyor. Onlar zenginleşiyor,
biz fakirleşiyor. Bir başka deyişle Fakir Türk Çiftçisi, Zengin Batı Çiftçisi’ne yardım
ediyor. Üstelik ithalat, hayvan ve insan sağlığını da önemli ölçüde tehdit ediyor.

ET AÇIĞINI KAPAMAK İÇİN NE YAPMALI?

Türkiye’de et açığı, hayvan sayısını artırmakla giderilebilir. Et açığını kapamak için;

(1) Koyun ve keçi sayısı,2009 yılı değerinin iki katına çıkarılmalıdır.,Bu durumda, karkas
ağırlığı aynı kaldığında bile, Türkiye kırmızı et üretimi 210 bin ton, yaklaşık %25’i kadar
artabilecektir.

(2) Sığır eti üretimi, sığır sayısı yaklaşık 15 milyon başa çıkarılır ve ortalama karkas
ağırlığı %25 artırılabilirse ,bugünkünün yaklaşık iki katına ulaşmış olacaktır..

Koyun, keçi ve sığır sayısını artıracak önlemler, ülke kırmızı et üretimini 900 bin tondan
1,6 milyon tona yükseltecektir. Bugün kişi başına yaklaşık 12 kg olan kırmızı et üretimi, 80
milyon nüfuslu Türkiye’de 20 kilograma yükseltilmiş olacaktır. .

Hayvan sayısını artırmak ise,

öncelikle hayvansal ürün fiyatlarında istikrar ve

yeterliliğin sağlanmasıyla olasıdır. Bu amaca yönelik olarak fiyatlara müdahaleyi
yapabilecek bir piyasa düzeni oluşturulmalıdır. Başlangıçta müdahaleleci kurum
olarak oluşturulan Ulusal Süt Konseyi ile yeni kurulmuş Ulusal Et Konseyi süs
olmaktan çıkartılmalıdır Özelleştirilen ve kimileri de kapatılan Tarımsal KİT’ler; yeniden
açılmalıdır.
Kesinlikle ve kesinlikle hayvan ve hayvansal ürünlerde, ithalata yönelmemelidir.
Dünya Ticaret Örgütü’nün getirdiği zorlamalara çare aranmalıdır. Örneğin ithalatta
kalite standartları yükseltilmelidir.

Hayvancılıkta yapılan ve yapılmakta olan desteklemeler, dev işletmeler ve tarım
dışından gireceklere değil, küçük ve orta ölçekli işletmelere yönlendirilmelidir. Kısa
dönemdeki desteklemeler, AB düzeyinde gerçekleştirilmelidir. Uzun dönemde ise
işletmelerin orta ölçekli işletmelere dönüştürülmesi sağlanmalıdır. Bu bağlamda
ucuz girdi sağlanmasında olduğu kadar ürünlerin değerlendirilmesinde, kooperatif
örgütlenme temel araç olmalıdır.

Et ve sütün, üretimden işleme ve pazarlamaya kadar olan aşamalarında ,oligopol
yapılaşmayı engellemeye yönelik önlemler alınmalıdır. Bunun için büyük alıcıların ve
organize gıda perakendeciliği yapan şirketlerin tedarik şekilleri incelenmeli, kural dışı
fiyat oluşturma çabalarını ortadan kaldıracak uygulamalar devreye sokulmalıdır.

Türkiye’de et üretimi süt sığırcılığı ile birlikte ele alınmalıdır. Et sığırı yetiştiriciliğine
yönelmek, Türkiye gerçeklerine uygun değildir..

Hayvan ıslahı çalışmalarına önem verilmelidir.
üniversitelerle ortak ıslah çalışmaları yapmalıdır

Başta sığırlar olmak üzere hayvanlarımızın hazır yemlerle değil, mera ve çayırlardan
beslenmesi için meralarımız geliştirilmeli ve güçlendirilmelidir. Serbest şekilde
otlayarak hayvan besleme teşvik edilmeli, tüketiciler bu hayvanların et ve sütlerinin
sağlıklı olduğu konusunda eğitilmelidir.

Türkiye’de hayvan hastalıklarıyla mücadele yetersiz kalmıştır.Hayvan hastalıklarının
yaygınlığı, insan sağlığı yanında üretim ekonomisini çok olumsuz yönde
etkilemektedir. Aşılama ile önlenebilir hastalıklar başta olmak üzere, Türkiye hayvan
hastalıkları ile mücadeleyi bir kamu hizmeti olarak ele almalıdır.

TKB,yetiştirici birlikleri ve Özetlenirse;Hayvan sayısını artırmak çiftçinin para kazanmasını sağlamak
gerekiyor.Bu amaçla şunlar yapılmalıdır;

Desteklemeler, AB/ABD çiftçilerine benzer ölçütlerde gerçekleştirilmelidir.

Desteklemelerde
yapılmalıdır.

Üreticilerin
kooperatif
sokulmalıdır.

Hayvan ve hayvansal ürünlerde, ithalata kesinlikle karşı çıkılmalıdır.

Özelleştirilen ve kimileri de kapatılan Tarımsal KİT’ler; yeniden açılmalıdır.

Ulusal Süt Konseyi ile yeni kurulmuş Ulusal Et Konseyi süs olmaktan
çıkartılmalıdır

.Hayvan ıslahı çalışmalarına önem verilmelidir.

Meralarımız geliştirilmeli ve güçlendirilmelidir.

istikrar sağlanmalı, örgütlenmesini küçük ve sağlayacak orta ölçekli önlemler işletmelere devreye
Hayvan hastalıklarıyla etkin mücadele yapılmalıdır.

ÖZETİN ÖZETİ, TARIMDA UYGULANAN YENİ-LİBERAL POLİTİKALARDAN
VAZGEÇİLMELİDİR.

Prof. Dr. Mustafa KAYMAKÇI

İzmir İli Çiftçi Örgütleri Güçbirliği

Platformu Dönem Sözcüsü

Yakup YILDIZ

Köy-Koop

Genel Başkanı