26 Aralık 2011 Pazartesi

13 yasindaki kiza tecavüz eden sapiklar...

Bu Bir Korku Filmi Değil!

.......
Her meslekten, her yaştan, az önce hepsi başı bağlı, şişman bir kadına
bir miktar para ödediler ve kadın onlara tembih etti:
"Kız 13 yaşında, bekâretini henüz kaybetmedi, kaybetmesi bizim
başımızı belaya sokar, ona göre muamele edin."
Her meslekten, her yaştan erkek kalabalığı bu sözler üstüne başını sallıyor.
Onlar ne yapacaklarını bilirler. Onlar erkek!
Teker teker, birbirlerinin sırasını gözeterek odaya giriyorlar.
Ve odaya giren erkekler tekek teker küçük kız çocuğuna, bekâreti
zarar görmesin diye...
Bu korku filminin, çok gerçek erkek elemanları kimlerdir, ne iş

yaparlar, kızın hikâyesini çok sonraları öğrenen bir yazar, merak
ediyor:
İşte yazarın elindeki vicdansizlarin, irz düsmanlarinin listesi:
:
1- Recep Sakız (Kızıltepe Kaymakamlık Yazıişleri Müdürü),
2-Ersun Erdemir (ordudan irtica nedeniyle ihraç edilen yüzbaşı),
3- Selman Aydın (devlet memuru), Enver Adanç (zabıta memuru),
4- Şeyhdavut Dora (zabıta memuru),
5- Şeyhdavut Oruç (belediye memuru),
6- Cuma Uras (Mardin Vakıflar Şube Müdürü),
7- Mahmut Temelli (Ziraat Odası Başkanı),
8- Azat Aydın (astsubay),
9 - Ümit Ergin (ilköğretim okulu müdür yardımcısı),
10- Mehmet Seyitoğlu (veznedar),
11- Teyyar Salman (Orman İşletme Müdürlüğü şefi),
12- Hamit Aydın (veznedar),
13- Hamit Abdulsametoğlu (işyeri sahibi),
14- Ali Aksoy (serbest meslek),
15- Ahmet Günay (TEDAŞ işçisi),
16- Osman Çakır (üniversite öğrencisi),
17- Harun Uras (muhtar),
18- Selahattin Kuray (serbest meslek)
ve meslek belirtmeyen Şemsettin Aslan, Burhan Ertaş, Şeyhmus Cansin,
Şeydavut Anuk, Nizam Denli, Sabri Ajak, Rıdvan Bayraktar, Rıdvan
Abdulsemetoğlu, Süleyman Gök...
...
Doktorlar daha sonraları küçük kız oturabilsin diye tam dört ameliyat
yapmak zorunda kalıyorlar.
Mardinli küçük kızın hikâyesini daha sonraları öğrenen yazar, en çok
bir ifadede donup kalıyor:
Yukarıdaki adları ve meslekleri belli erkeklerden biri, bir işyeri

sahibi, işini bitirdikten sonra kıza şöyle sesleniyor:
"Kızım, kusura bakma şeytana uydum; benim de senin kadar bir kızım var.
Ramazanda bana gel de karnını doyurayım."
Bu çok erkek beyefendiler, işin kolayını da bulmuşlar, işte asıl
korku filmi burada başlıyor:

Ramazanda bir kap yemek, cuma namazında bir rekat namaz ve işi
şeytana havale ederek, pür-pak evlerine, işyerlerine ve kahvelerine
dönecekler!
Öyle ki memurların haklarında işlem yapılmayacak, şube müdürleri, oda
başkanları, zabıta memurları Mardin'in sokaklarında başları dik
dolaşacaklar!
Çünkü bu ülke fazlasıyla erkek. Mardin 1. Ağır Ceza Mahkemesi'nin, 13
yaşında 26 erkeğe satılan küçük kızın, bu kişilerle "kendi
rızasıyla" birlikte olduğu yorumu, anlı şanlı Yargıtay'ın 14. Ceza
Dairesinde onay gördü.
(Kararı veren Yargıtay 14.Ceza Dairesi'nin 11 üyesinden 8'ini AKP'li
yeni HSYK atamıştı.)
Ey ağır ceza mahkemesi hâkimleri, Yargıtay üyeleri, bu verdiğiniz
kararla siz de bu korku filminin ana kahramanlarının yanında yer
aldınız.
"Kanunlar böyle" diye kestirip atmayın, küçücük bir kız çocuğunu
savunamayan hukuk ve sizlerin bunun arkasına sığınmanız, bu korku
filminin en utanç verici bölümü.
Hukuk, yazılı kanunların, insan haklarına uygun uygulanmasından başka
nedir ki? Hukuk fakültelerinin birinci dersinde bu öğretilir.

23 Aralık 2011 Cuma

Tarihe not düşelim - Yusuf Ziya Özcan: Mübarek adam!

Yusuf Ziya Özcan’ın YÖK başkanı yapılmasının üzerinden dört yıl geçmiş!

Özcan’ın göreve gelmesinden kısa bir süre sonra, 11 Ocak 2008’de şöyle yazmışım: “Mübarek, YÖK başkanı değil, sanki AKP sözcüsü. AB/ABD’nin AKP’den istediklerini ve dolayısıyla AKP’nin neler yapmak istediğini biliyorsanız, başkanın ne söyleyebileceklerini de biliyorsunuz demektir.”

Özcan, göreve geldiği günlerde TBMM başkanını ziyaretinde, Cumhurbaşkanı ve Başbakan’ın kendisini, "Aman hocam dikkat et, bir şey söylersin ipimizi çekerler" sözleriyle uyardıklarını söylese de, aklına geleni söylemekle işe girişiyor: “Araştırma görevlilerini burslu çalıştıralım, beğenmeyince ve istediğimiz zaman atarız. Herkes üniversiteye gitmesin, üniversiteyi paralı yapalım. Rektör seçimleri karışıklık yaratıyor, üniversite senatoları rektör adayını belirlesin” diyor! Bir ay kadar sonra da gazetecilere, "Hükümetin emir eri değilim" dese de, görevi süresince AKP’nin hizmetinde kusur etmiyor!

YÖK’te ilk iş olarak Başbakanın belediye başkanlığı döneminden arkadaşı olan kişiyi YÖK başkanvekili ve bir ilahiyatçıyı da YÖK Eğitim Komisyonu Başkanı yapıyor!

Başkanlığının 6.-7. ayında yapılan rektör seçimlerinde Cumhurbaşkanı’na ve AKP’ye taşeronluk yapmaya başlıyor. Seçim yapılan 21 üniversitenin çoğunda, en çok oyu almış olanlarla rakiplerine oy farkı atmış adayların çoğunu Cumhurbaşkanına sunacağı üç kişilik listeye almıyor. Türbanın serbest olması için imza verenlerle AKP yandaşı adayları liste başı yapıyor. Bugüne değin rektör belirleme sürecinde benzer bir tutum izliyor.

Özcan makamına alıştıkça konuşuyor. Oyların çoğunu almış rektör adaylarını ilk üç içine almıyor, sonra da dalga geçercesine YÖK’ün yetkileri çok fazla” deyip duruyor! “Her önüne gelenin vakıf üniversitesi açabilmesinin doğru olmadığını” söylüyor, üniversite açmak isteyen herkese izin veriyor; vakıf üniversitelerinin neredeyse yarısı onun zamanında açılıyor! Hızını alamıyor, “Rektör seçiminde Köşk ve YÖK’ü tümüyle devreden çıkartıp, mütevelli heyetleri yoluyla seçim modelini” öneriyor!

2008 Temmuzunda, öğretim elemanı kadrolarına atamada yeni ölçütler getirip akademisyenliğin sıradanlaştırılmasını ve üniversitenin kendi elemanını kendisinin seçmesi özerkliğini yok ediyor.

TBMM türbana serbestlik getirecek anayasa değişikliği yapıyor ve konu Anayasa Mahkemesi’ne gidiyor. Özcan, Mahkeme (iptal) kararını vermeden, üniversitelere türbana dokunmayın emri gönderiyor, Danıştay yürütmeyi durduruyor.

“50/d maddesine göre atanmış araştırma görevlilerinin tezleri biter bitmez işten çıkarılması” kararını alıyor; Danıştay’a tosluyor.

2009’da, ilahiyat ön lisans diplomalarından “Sadece Diyanet ve din hizmetleri için geçerlidir” şerhini kaldırıyor! İlahiyat fakültesi kontenjanlarını, önce yüzde 200, sonraki yıl ise ilahiyatlardaki ikinci öğretimi de yaygınlaştırarak yüzde 115 artırıyor!

Yurtdışı Yükseköğretim Diplomaları Denklik Yönetmeliği’nin 8.maddesini değiştirerek yurtdışında uzaktan eğitim yoluyla alınan diplomalara denklik verilmesini kabul ediyor!

Ekimde “Bologna Süreci gereği” diyerek, yükseköğretim kurumlarının faaliyetlerinin planlamasında dış paydaşların da görüş, öneri ve desteklerini almak amacıyla danışma kurullarının oluşturulmasına, üniversiteyi piyasalaştırmaya girişiyor.

Kamu üniversitelerinde eğitim fakültesi açılmasını durdururken cemaat okullarında bu fakültelerin açılmasına izin veriyor.

Meslek liselerin öğretmen yetiştiren mesleki teknik eğitim fakültelerini kapatıyor.

İki yüz küsur bin öğretmen adayı iş bulmak için kıvranırken “Eğitim fakülteleri, fen-edebiyat ve ilahiyat fakültelerinde okuyan öğrencilere öğretmenlik sertifikası programı açabilir” diyor! Danıştay yürütmeyi durduruyor.

Hukuk fakültelerinde, önce İktisat ve Maliye bölümlerini kapatıyor, sonra da, Kamu Hukuku ile Özel Hukuk bölümlerini ve Roma Hukuku Anabilim Dalını.

“Katsayı engelini kaldırdık” diyor; 2009 sonunda bu kararın Danıştay tarafından iptal edilmesiyle ilgili olarak, “… bizim B ve C planlarımız var. D ve E’ye kadar gider. … gerekirse hukuku da dolanacağız” diyebiliyor! Bu yöndeki girişimlerini, Danıştay AKP’lileşince ve görevinin bitmesine kısa bir süre kala 2011 biterken sonlandırıyor.

Tek oturumda yapılmakta olan Öğrenci Seçme Sınavı’nı kaldırıp yerine iki haftada ve beş oturumda yapılacak Yükseköğretime Geçiş Sınavı (YGS) ile Lisans Yerleştirme Sınavı (LYS) gibi iki sınav getiriyor!

21 Ocak 2010’da YÖK tarafından kabul edilen, “Türkiye Yükseköğretimde Yeterlilikler Çerçevesi” ile akademisyenliğin teknisyenliğe indirgendiği ilan ediliyor.

Özcan, 10 Mart 2011 günü yayımladığı “Yükseköğretimin Yeniden Yapılanmasına Dair Açıklama” ile “Bologna Süreci”ni kullanarak üniversitelerin piyasalaştırılmasının tamamlanacağını duyuruyor. Hemen ardından YÖK’ün web sayfasına konan “Yükseköğretimde yeniden yapılanma: 66 soruda Bologna Süreci uygulamaları” adlı raporda, AB’yi dünyanın en güçlü ekonomik gücü yapma amacındaki Bologna Süreci yere göğe sığdırılmıyor. Bu tarihten sonraki uygulamalar daha çok bu süreçle ilişkilendiriliyor.

Türk-Alman üniversitesi kurulmasını ve burada öğretim dilinin Türkçe değil de, İngilizce ve Almanca olmasını benimsiyor!

Hemen her gün üniversitelerde öğrenciler polis şiddetiyle karşılaşıyor, yüzlerce üniversite öğrencisi demokratik haklarını kullandıkları için tutuklanıp yargılanıyor. Bir üniversite dua ile açılıyor; bir diğeri, yaptığı araştırma sonuçlarını kamuoyuyla paylaşan profesörüne ceza veriyor. Üniversiteler giderek cemaatlerin kontrolüne giriyor; idari görevler farklı cemaatler arasında paylaşılıyor. TÜBİTAK ve TÜBA bilimden uzaklaştırılıyor. Özcan tüm bu olup bitenleri gönül rahatlığıyla izliyor!

Özcan, Malezya İslam Üniversitesinden gelip üniversitelerin İslamileştirilmesi için çaba harcıyor. Her konuda proje yapan biri olarak başkanlığa oturup akademisyenleri proje peşinde koşan tüccarlara ve üniversiteyi de ticarethaneye dönüştürmeye çalışıyor. ABD’ye beyin göçü transferi gibi çalışan Fulbright Komisyonu üyeliğinden YÖK’e sıçrıyor, “Bologna Süreci” diye tutturup AB ekonomisini güçlendirmenin taşeronluğuna soyunuyor.

Giderayak, “4 yılda inanılmaz hizmetler yaptık, çok da problemi olmayan bir YÖK bırakıyoruz” diyebiliyor!

Mübarek, turnosal kağıdı gibi! AKP yandaşları ile bilim ve toplum yandaşlarını ayrıştırıcı bir işlev görüyor. AKP’ye en az oy veren kesim olan üniversiteliler tarafından hiç sevilmiyor; ODTÜ’ye bile sokulmuyor.

Görev bitiminde AKP yandaşları tarafından gözyaşlarıyla uğurlanıyor! Bilim ve toplum yandaşları ise hiç sevinemiyor; gelenin gideni aratacağı biliniyor!

21 Aralık 2011 Çarşamba

Sócrates ve Corinthians Demokrasisi

"İlk okuyunca kulağınıza Antik Yunan’dan bir hikaye gibi gelse de, büyük futbolcu Sócrates, "Corinthians Demokrasisi" adlı bir özgürlük hareketine 1980’lerin başında öncülük etmişti..."


Sócrates
Futbol tarihinin önemli orta saha beyinlerinden Sócrates 1954 doğumlu. Botafogo’da başladığı kariyerinin ilk zamanlarında bir yıldız olamadığı gibi Brezilya milli formasını da 25 yaşına kadar giymeyi başaramadı. Üstün top kontrolü ve futbol zekası sayesinde “Doktor” lakabını aldığı sanılsa da, doğrusu futbolla aynı anda (bitirmemiş olsa da) tıp fakültesinde okuduğundan böyle anıldığıdır.

1982 ve 1986’da, her ne kadar finale bile çıkamasalar da, dünya kupalarının gelmiş geçmiş en güzel top oynayan Brezilya milli takımı olduğu herkesçe kabul edilen Zico’lu, Falcaõ’lu takımın kaptanlığını yaptı.

Botafogo’dan sonra yıllarca formasını giydiği, kaptanlığını yaptığı Corinthians ile üç şampiyonluk kazandı ve kulübe kattığı değerlerle bir efsane oldu.


Corinthians
Taraftar sayısı olarak Brezilya’nın Flamengo’dan sonra ikinci, Saõ Paulo’nun ise ilk sırada gelen takımı Corinthians. En önemli özelliği ise Brezilya’da aristokratlar değil işçi sınıfı tarafından kurulan ilk ve tek kulüp.

Şu anda herhangi bir futbol kulübünün yönetildiği şekilde yönetilse de Corinthians zamanında ülke siyasetinde oynadığı rolle milyonlarca insanın kalbini çalmış bir kulüp. Takımın 100 bin kişilik stada siyasi mahkumlara özgürlük talep eden bir pankartla çıktığı zamanlar, Brezilya’da bazı konuların konuşulmasının bile insanların kaybolmasına neden olduğu zamanlardı. Bir yandan da ah şu “ben bu filmi seyrettim” hissi yok mu?!


Corinthians Demokrasisi
Futbol ülkesi Brezilya’da futbolun siyaset üzerindeki etkisi tartışılmaz. İçinde bulunduğumuz 2007 yılı, cunta rejiminin 22 yıl sonunda yıkılmasına katkıda bulunan muhteşem bir futbol hareketi, Corinthians Demokrasisi’nin 25’inci yıldönümü.

İlk okuyunca kulağınıza Antik Yunan’dan bir hikaye gibi gelse de, büyük futbolcu Sócrates, "Corinthians Demokrasisi" adlı bir özgürlük hareketine 1980’lerin başında öncülük etmişti. Amacı ordu baskısı altında karşısında mutsuz ama tepkisizce yaşayıp giden Brezilya halkına “Uyanın!” mesajı verecek örnek bir eylemde bulunmaktı. Düşündü taşındı, aklındakileri takım arkadaşlarına anlattı ve eylem başladı. Kaptanları Sócrates tarafından yönlendirilen futbolcular kendileriyle ilgili konularda yönetimin emirlerini dinlemektense her şey için oylama yapıp ona göre karar almaya başladılar. Buna saha çıkacak onbirin belirlenmesinden tutun, maç için stada ne zaman gidecekleri, eşleriyle ne zaman birlikte olacaklarına kadar çeşitli konular dahildi.

Sahaya dev “Demokrasi” pankartlarıyla çıkıyorlardı.



“Corinthians Demokrasisi’yle yarattığımız momentum harikaydı. Futbol gerçekten popüler olduğundan ve sürekli göz önünde olduğumuzdan dolayı ülkede polemik yaratacak ve özgürlüklerle ilgili, işçi ve işveren olmakla ilgili her mecliste tartışılacak bir eylem yaratmayı başardık; ki nüfusun büyük çoğunluğu için demokrasiden bahsetmenin tahayyül edilemeyeceği zamanlardı” diyor Sócrates.

Sócrates ve arkadaşlarının aylar süren savaşı ülkedeki asıl büyük demokrasi savaşına eklendi ve toplumda yarattığı infial diktatörlüğün ipini çekti. Sócrates’in, hayranı ve dostu, o zamanın sendika lideri, daha sonraki İşçi Partisi lideri, daha da sonraki Brezilya cumhurbaşkanı Lula’nın yanında reform denince akla gelen birkaç kişiden biri olması, Corinthians’ın da başarılı olsun olmasın milyonların kalbinde değişmeyecek bir yere sahip olması tesadüf değil.

25 yıl sonra kendi futbolumuza baktığımızda, tribünde kendisini eleştiren gazetecilere sahadan kolunu sokan “futbolcu”lar; bu futbolculara “motivasyon” sağlamak için her türlü ayrımcı - milliyetçi ifadeyi düşüncesizce kullanarak ders almadan ders veren “hoca”lar; katillere şarkılar - kliplerle methiyeler düzülen bir şehirdeki maçlarda sahaya girip futbolculara yumruk atan “taraftar”lar; dayak yiyeni suçlu, dayak atanı suçsuz çıkarabilen “yönetici”ler; bu yöneticilere yaranabilmek için fütursuzca yalanlar yazabilen “gazeteciler” görüyoruz.

Birisi “demokrasi” mi dedi?

Tek başına - Ebru Koksaldı

http://www.hurriyet.com.tr/yazarlar/18700543.asp

http://www.isteataturk.com

http://www.isteataturk.com

1 Aralık 2011 Perşembe

'Diktatörlük' konusunda Atatürk de fikrini söylemişti!

1928 yılıydı. Afet Hanım, Fransız Kız Lisesi (Notre Dame de Sion) da öğrenciydi.

Fransız öğretmeni;

Fransa demokrasisi ile Türk demokrasisini kıyasladığımda Mustafa Kemal’in diktatörü çağrıştıran bir tutum içinde olduğunu görüyorum” dedi.

Afet Hanım; “Fransızca öğretmeninin bu görüşünü” Mustafa Kemal’e aktardı.

Mustafa Kemal anlattı: “„...Diktatörlük başka, bambaşka bir şeydir. Batı, Türkiye’yi de, Türkiye’de olup bitenleri de daha kavrayamadı. Türkiye’nin özelliklerini bilmiyorlar. Bilselerdi. Fransızlar Çukurova’ya girmez, Yunanlıları İzmir’e çıkarmaz, Ankara’ya kadar yollamazlardı.


***

Milletimiz beni bir hizmetim geçtiği için bir aile büyüğü olarak görüyor ve sayıyor. Bilirsin. Bizde aile büyüğü çok önemlidir.

Benim gücüm işte budur.

Gördüğüm sevgiyi, saygıyı,

Bazı şaşkınlar diktatörlük olarak yorumluyor.

Buna canımın sıkıldığını itiraf etmeliyim.

Düşündüğüm yenilikler var.
Bunları birçok insanla paylaşıyorum.

Uzlaşırsak uygulamaya geçiriyoruz.

Bütün devrimler kanunla, yani hükümetin rızası ve Meclisin onayı ile yapılıyor.

Birdenbire de yapmıyoruz.
Usul usul ilerliyoruz. Arada zaman bırakıyoruz.

***

Diktatör olsam

Terakkiperver Cumhuriyet Partisi kurulabilir miydi?

Meclis, Anayasa için yararlı gördüğüm iki maddeyi reddedebilir miydi?

Alfabe devrimi için İsmet Paşa’yı ikna etmek,

Meclis çoğunluğunu kazanmak için üç yıldır bekliyorum.

Diktatör olsam “bu olacak“ derdim. Olurdu.
Bizdeki tek parti
“faşist ya da komünist partilere” benzemez.

Onlar gibi seçmeci, bir örnekçi, tektipçi değiliz.

Herkes üye olabilir.

Bu yüzden partide “saltanatçılık dışında her türlü düşüncenin temsilcileri” var. Bir diktatörün partisi böyle olur mu?

Anayasamız birden çok parti kurulmasına elverişli.

Mussolini gibi demokrasi aleyhinde hiç konuşmadım.

***

Tam tersine idealimizin demokrasi olduğunu her fırsatta hepimiz söylüyoruz.

Üniformalı, silahlı, sopalı gençlik kollarımız yok;

Geniş bir polis örgütümüz de yok.

Düşünsene, İzmir suikastını motorcu Şevki’nin ihbarı ile öğrendik; ikincisi, rastlantı eseri ortaya çıktı.

Milli Mücadele başladığından beri seçimsiz, kurulsuz,

bir başıma hiç bir iş yapmadım.

Hep seçilerek, seçilmiş kurullar ve Meclisle çalıştım.

Milli Mücadeleyi Meclis’le, sıkıyönetimsiz ve sansürsüz yürüttüm.


***

Diktatörlerin kendilerine göre orduları olur.

Bizim Ordumuz Halkın, Cumhuriyetin Ordusudur.

Şimdi Cumhuriyeti ve Çağdaşlığı korumak için dinin sömürülmesine fırsat ve izin vermiyoruz. Bu dikta mıdır?

Dinin sömürülmesine fırsat verdiğin anda,

Ortalık tarikatlar, cemaatler, gizli medreseler,

Cinci hocalar ile doluverir.

Hurafelere yeni hurafeler eklenir.

Türbeler dolup taşar. Ümmetçilik hortlar.

Dinciler toplumu baskı altına alırlar.

Milli devleti örselerler.

Zorlukla sağlamaya çalıştığımız birlik bölünür.

Biz toplumu,

Dayanışma, bütünlük ve barış içinde tutmaya çalışıyoruz. Arzumuz, uygarlığa ve demokratik Cumhuriyete yürümektir”

***
Bu belge şu açıdan kıymetlidir:

Atatürk’e saldıranların asıl niyeti;

“73 yıl önce vücudu toprak olmuş Mustafa Kemal”e vurmak değil asıl amaçları

Mustafa Kemal üzerinden

Cumhuriyetin; “1- laiklik(en hakki mürşit ilimdir) ve

2-milli birlik (ne mutlu Türküm diyene)”

2 ayağını birlikte çökertmektir.
Mustafa Kemal’e saldırıyorlar.
Bölücü batıdan alkış alıyorlar.
İktidardan da yemleniyorlar.

Necati Doğru/SÖZCÜ